setten kareler

- Sana bir şey diyeyim mi Ömer. 
Bana akıl soruyorlar, nasihat istiyorlar. Bir kaçını söylüyorum. Bir gün şunu fark ettim. Vakti zamanında o nasihatlere sahiptim, sonra baktım ki o nasihatler benim sahibim olmuş. Artık düşünmeden söyler oldum onları. Kesin konuşayım, doğrusu budur diyeyim istiyor insanlar. Hayat böyle değil oğlum. Hep sınayacaksın kendini. Sınamazsan doğru bildiğin bile akıp gidiyor avucundan. Bakma öyle!

Yorgancı İshak- İshak Kılıç (Zafer Algöz)
 



















































bu da böyle Bir Hacettepe Öyküsü

11 Ocak 2012
Ankara’da yaşayan çoğu kişinin bir sebeple yolunun düştüğü semt ve adını verdiği hastane; Hacettepe. Ankara’nın en büyük hastanelerinden olan Hacettepe Hastanesi, bugün M.Akif Ersoy’un müzeye dönüştürülen evinin de bulunduğu Hamamönü denilen eski Ankara evleri ve konaklarının restore edilmesi ile yeniden hayat bulan bölge ile komşudur.
Şeref Erdoğdu’nun, Kültür Bakanlığı yayınlarından çıkan 2002 basımı “Ankara’nın Tarihi Semt İsimleri ve Öyküleri” adlı kitabında Hacettepe’nin öyküsü anlatılmış. Yazarın öyküyü başka birinden dinlemiş olduğunu, sözkonusu olayların 18. yüzyılda cereyan ettiğini ve rivayet edildiğini hatırlatarak kitapta anlatılan Hacettepe öyküsünü okuyalım:
HACETTEPE VE ÖYKÜSÜ
Hacettepesi ve hastahanesi kurulurken, tam yedi mahalle dört büyük cami, mescit, medrese, tarihi konaklar, bir o kadar yatır, türbe istimlak oldu yıkıldı. Bu suretle Ankara’nın dörtte biri haritadan silindi. Sadece vatan şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un İstiklal Marş’ımızı yazdığı tarihi evi yıkılmadı. Kurulan yeni üniversite ve sağlık tesislerine “Hacettepe” adı verildi.
Gelelim bu tarihi semtin öyküsüne… Bu öyküyü büyük efemiz Yağcıoğlu Fehmi Efe’den dinledim. Tarih pek eski değil on sekizinci asrın ikinci yarısı. Hacı Musa Mahallesi’nde oturan (Ağazade) adıyla bilinen Es-Seyyit El-haç Abdullah Ağa İbni Salih efendinin yaptırdığı bir dershane yedi hücreli medresenin müderrisi olan ve halk arasında (Yağlı Dede) adıyla anılan, bilgisi, ilmi olan bir zat. Yaptığı rüya tabirleri, gelecekten haber vermesi, ilerde yazacağımız (Misket) öyküsünde de Misket’in kaderini net şekilde görüp açıklaması, adeta Ankaralı’nın sevgi ve saygısını kazanmış, gönlünde taht kurmuş manevi bir sevgili… İleride Ankara’nın başına gelecek, kuraklık ve çekirge afetini haber vermesi ve bu hadiselerin yaşanması, Ankaralı’nın sevgisini hürmetini katlamış.
Ancak bu sevgili dedenin nerede yattığı, ne yiyip ne içtiğini, kimse bilmez, ancak çok sıkıntıda olanlara yol gösterirmiş. Ayaklarına kadar uzanan beyaz entarisinin üzerine giydiği kırk yamalı yeşil hırkası kirli ve yağlı olduğu için halk ona (yağlı dede) adını koyuvermiş… Son yılları ben de hatırlarım, bu semtin adı Yağlı Dede idi. Her ne kadar kütüklerde kayıtlarda ismi geçmiyorsa da halk bir kere bu adı koymuş, yıkılıp ortadan kalkıncaya kadar bu ad sürmüş gelmiş…
Yağlı Dede’miz yaşlanmış, öbür dünyaya göçe hazırlanırken, Ankara eşrafından Kasım efendinin hanımının gördüğü rüyayı tabir etmiş sunulan bir kese altını elinin tersiyle iterek:
“Ben fakir kulunuzun kursağına Ankaralının bir lokması girmedi. Bunca yıl Allah için onun rızası için Ankaralıya hizmet verdik ve hayır duasını aldık. Kasım efendi oğlum bizim zevalimiz yaklaştı senden ve Ankaralılardan son arzum ve isteğim şu ki diyerek ve konağın pencerelerinden belli belirsiz seçilen Küçük kapı mezarlığını işaret ederek bu tepeye bana bir kabir yaptırmanı istiyorum”, dedi ve kıpırdayan dudaklarında bir şeyler okuduğu belli idi. Boynuna doladığı yeşil fermanisini başına sardı salona tatlı bir tebessüm bırakarak aniden kaybolup gitti. Bir hafta sonra Samanpazarı’ndaki Nakşibendi türbesinin demir parmaklıların önünde yeşil hırkasına sarılmış buldular.
Kasım Efendi Yağlı Dede’nin son arzusunu yerine getirdi. Pek görkemli değildi ama bir mezar yaptırdı. Ankaralılar Sevgili Yağlı dedelerine son vazifelerini yaptılar, fakat Yağlı dedelerinin peşini bırakmadılar. Onun manevi huzurundan istekte bulundular. Kimi evlat istedi kimi vuslat diledi.
Mezarının ayak ucunda ve baş ucunda çorba tasını andıran taştan oyulmuş iki çanak vardı. Bu çanaklara Anadolu’da mübarek ve bereket sayılan Nisan yağmurları dolacak, Yağlı Dedeye bir mum dikecek, dişi ağrıyan bu sudan bir damla alıp ağrıyan dişine sürecek, karnı ağrıyan bu sudan bir damla içecek, gözleri ağrıyan bu sudan sürecek, inanç ve imanı şu.. Hacet kapısı kapanmaz… Hacetkapısı herkese açıktır.. Hacet kapısı her kapıyı açar.. Hacet.. diye diye bu tepenin adını koyuvermişler “Hacettepe” böylece vakfiyelere salnamelere kütüklere resmen geçirilmiş olan bu yüce tepe dün de, bugün de Hacettepe olarak bütün ihtişamıyla ayakta. Şu garip ve mutlu tesadüfe bakın… Dün Ankaralı derdine devayı şifayı taş çanakta biriken Nisan yağmurundan ararken bugün dünyanın sayılı dertlere deva, hastalara şifa dağıtan muhteşem bir hastahane ve binlerce gencin ilim yuvası Hacettepe Üniversitesi… Çok anlamlı bir öykü. Nereden, nereye…
 

eski bir yazı


 Hacettepe'nin hikayesi hayli ilginç. Bugün genelde Hacettepe dendiğinde akla üniversite gelmesine rağmen, aslında Hacettepe Ankara'nın vakt-i zamanının en delikanlı semtinin ve onun mor-beyaz renklerdeki futbol takımının adı. Adnan Menderes döneminde gelişmekte olan Yenişehir'in önünde ciddi bir engel teşkil ettiği düşünülüyor. Menderes arabasıyla bir gün Hacettepe'den geçerken camı açıp "yıkıcam bu pisliği" diye bağırıyor. Yıkıyor da. Semt toz duman oluyor, bugünkü hastanenin yapımına başlanıyor. Evi yıkılanlar için devletin ayırdığı ödenek, Samanpazarı'nda dahi bir ev alımına yetmiyor. Hacettepelileri sefalet bekliyor...

Semtin kendine has önemli bir alt kültürü var. (konuyla ilgili sağlam bir Tanıl Bora - Levent Cantek yazısına şuradan ulaşılabilir: http://derinhakikatler.blogspot.com/2006/07/ankara-futbolu-memleket-futbolunun.html / ben burada, bu yazının üzerine daha fazla ayrıntıya inmeyeceğim) ancak bu semt kültürü semtin yıkılışıyla beraber ortadan yavaş yavaş kalkıyor, Hacettepeliler Ankara'nın içine dağılıyor, tekrar aynı semt-mahalle ruhu yakalanamıyor. Efsane Hacettepe futbol takımı da yavaş yavaş sönüyor.

Adnan Menderes'in bu hareketinin üzerine yıllar sonra bir darbe de Melih Gökçek'ten geliyor. Gökçek, "Hacettepe"yi alıp "Keçiörengücü" haline getiriyor. Sonra Keçiörengücü'nden Ankaraspor'u çıkarıyor. Posasını çıkarıp çıkarıp, kalanını bir kenara atmayı Gökçek çok seviyor. Velhasıl, bu noktadan sonra da Hacettepe ismi pek duyulmuyor ancak has Hacettepeliler elbette yok olmuyor. Uzunca bir süre Ankaragücü kapalısında Hacettepe bayrağının etrafında toplanıyorlar.

Şimdi, böyle bir efsanenin ismi yeniden doğuyor. Öncelikle sevinme nedenim bu. Mevcut taraftar potansiyeli olan, geleneği olan ve bunun üzerine daha da koyabilecek olan bir isim bu. Süper Lig'de yer alacak. Hem eski Hacettepelilerin, hem Ankaragüçlülerin ve Gençlerbirliklilerin bir kısmı hem de üniversiteliler destekleyecektir. Taraftar sayısı, eğer halk takıma ısınır da sahiplenirse Gençlerbirliği'ni geçebilir bence. Toplamda olmasa da, tribün kovalayan "deli taraftar" sayısında bu olabilir.

Üzülme nedenime gelince, Hacettepe, Ankara'da bir enfes düştür. Hikayelerini duya duya büyüdüğümüz bir "kabadayı" mekanıdır. Has Ankara'dır. Delikanlıdır. Yeri gelir mahallesinden kızlara laf atıldı diye 2 otobüs Harp Okulu subayını tencere-tavayla döver, yeri gelir yıkılan Hacettepe Parkı'nın mor menekşelerinin kucağında şarap içer. Bu gelenek, Oftaş "markası"yla nasıl olur da bütünleşebilir? Bu gelenek bir isim değişikliğiyle hop diye devam ettirilebilir mi? Biraz saygısızlık değil midir? Hacettepelilerin kemikleri sızlamaz mı?

Kafam da karıştı, gönlümde...Bakalım, netleşirim sanırım zamanla.

Yazıyı, Mor-Beyazlıların 1967 yılında çıkarmaya başladığı ilk dergilerinin kapağıyla sonlandırayım. Tribünlerden "Menekşe Morlar, Rakibe de Korlar" sesleri eşliğinde...Kalbimizdesin "Gerçek Hacettepe"...