Viran ile Mamur, İsyan ile Serzeniş, Hayta ile Münevver, Hacettepe ile Yenişehir ve Saireye dair hikayat...


Bazı şehirler, tarihsel süreç içinde yaşanan çeşitli yenilik, değişim ve gelecekle ilgili tüm iyimserlikleri kapsayıcı ve kendi ismi üzerinde simgeleştirici bir anlam taşıma şansına sahip olurlar. Bir hareketin, düşüncenin ve genel olarak yeniliğin, doğallıkla geçmişin iktidar olmuş geleneksel merkezi ile karşıtlığını vurgulayarak kendi kimliklerini oluştururlar. Böylece bilim, sanat ve geçmişe ait her türlü gelenek yeni bir form altında modern olana akmaya başlar. Kurtuluş Savaşı sonrası kurulan yeni Ankara'nın bu anlamda önemli bir işlevi vardı. Ankara, Cumhuriyetin yapısını oluşturacak her türlü entelektüel tatminin kaynağı olan zihinsel mayayı ve düşünce formlarını içeriyordu. Ankara, Istanbula atfedilen gericilik, cehalet, gaddarlık ve bağnazlığı "biz ve onlar" ayrımında kullanarak kendini varedebiliyordu. Biz bu yazı çerçevesinde "Istanbul'a rağmen" modernist vasıflarıyla inşa edilen Ankara'nın , "seçkinci iddialarına rağmen" kendi içinde yaşadığı tutarsızlıkları, kontrolü dışında oluşan kavgacı kenar semtlerinden birini, Hacettepe'yi anlatacağız.

Henüz "Ankara" yok, Istanbul ve Anadolu var. Bir tarafta kun-i kainattan beri varolan imparatorluklar şehri Istanbul, diğer tarafta ışıksız, susuz, her türlü incelikten uzak büyük bir "bozkır". Biri edebiyata konu olan aşk, ihtiras ve zerafet imgelerini, diğeri hoyratlık, öfke, yaşanmamışlık ve açlığa tekabül eden taşrayı anlatıyor. Ankara, Anadolu'nun ortasında içinden demiryolu geçen küçük, gerçekten önemsiz "uzak bir şehir". Araya savaş giriyor. Merkez işgal ediliyor ve doğallıkla taifesi Anadolu'ya akıyor. Taşra savaşırken merkez tuhaf çelişkiler içinde "kurtarılmayı" bekliyor. Ancak gidenlerin - en azından eskisi gibi- dönmeyeceği ve kurulan yeni bir iktidarın hamasi heveslerle akılcılık arasında bir şeyler tasarladığı çok geçmeden anlaşılıyor. "Zafer"in ütopyası özetle dönüştürmek; yeni topluma, yeni devlete yeni kentler kurarak, kendisi didinirken çelişkileri olan merkezi bertaraf etmekti. Bu meyanda Anadolu-merkezli terakki çizgisinde vitrini oluşturması düşünülen şehir Ankara'ydı. Eski başkent, arzu edilmeyen kolonyal bağlantılarla ve komprador burjuvaziyle bir tutulurken Ankara'nın temsil ettiği yeni zihniyet milli kalkınmanın özü sayılıyordu. Ankara yalnızca bir başkent değildi, şehrin bir "ilim", "irfan" ve "nur" merkezi olması isteniyor, oluşturduğu model aracılığı ile ülkenin diğer şehirlerine sirayet edecek "yurt sathında muasır medeniyetler seviyesine" ulaşılma gayesi taşınıyordu. Bu çerçevede Istanbul eskiyi, Osmanlıyı, geleneği simgelerken Ankara yeniyi, çağdaşı işaretliyordu. Bu yüzden 1923 yılında Ismet Inönü'nün önerisiyle , Ankara'nın "Türk Devleti Hükümetinin merkezi" olarak kabul edilmesi, eski emperyal başkentle çok güçlü bağları olan tutuculara indirilmiş ağır bir darbe oldu. Yeni bir merkez oluşturma çabaları içinde M.Kemal'in Istanbul'u -kurtuluşundan hemen sonra dahi- ziyaret etmemesi önemlidir. Şehre ancak kendi zaferini kazandıktan , tüm muhaliflerini bertaraf ettikten sonra 1928 yılında gitti. Bu gitmeme yok sayma tavrı Ankara'nın inşası üzerinden bir iktidar mücadelesini vurgulamaktaydı. Bu kez Ankara iktidar, Istanbul muhalefet olmuştu.


Ancak bu mücadele sürecinin Ankara nezdinde başarısı daha ziyade Istanbul'dan şehre göç eden kadroların özverisiyle alakalıydı. Onların şehre uyumu ve kabulu hayati önem taşıyordu. Ankara, Istanbullular için bir yanda vatanseverlik ölçütü olarak gidilmesi-yaşanması zorunlu olan Kurtuluş Savaşı merkeziyken öte yanda Yahya Kemal'in çok bildik sözleriyle özetlenen , ayak basıldığı an Istanbul özlemi çekilen, geçici, zoraki ya da görev için yaşanan bir yerdi. Bu, Ankara'nın ve Türkiye'nin inşasının hayalini dahi baştan sıkıntıya sokuyordu. Yakup Kadri'nin Ankara romanında geçen " (..) ben de kaç aydır buradayım, bir türlü nostaljiden sıyrılamıyorum. Her an Istanbul, her an Istanbul...ve Ankara'nın her noktasında bu mukayese merakı..tuhaf bir his..(..) Sanki vatan yalnız Istanbul'dan ibaretmiş; sanki, biz burada gurbette imişiz gibi. Halbuki,ben, ruhumun milli muvazenesini burada bulmağa gelmiştim. Ne yazık..." sözleri bu halet-i ruhiyenin dürüst bir ifadesi olsa gerek. (Ankara, Y.K.Karaosmanoğlu, 1983: 80)


Ankara'nın inşasına şehrin gelişme alanı olarak görülen kuzey-güney doğrultusunda önemli bir toprak parçası kamulaştırılarak başlandı. Bu bölgeye ülkenin imarı için başlatılan hareketin ilk adımı olarak özellikli bir isim seçildi: Yenişehir... Böylece adına Yenişehir denilen, Çankaya köşkünden Ulus'a kadar olan bölge, eski yapıların da yerini alan yeni yapılarla doluyordu. Şehrin mimari açıdan yaşadığı kaotik değişim birbirinden nitelik ve öz açısından çok farklı binaların çoğalmasına sebep olmuştu. Yakup Kadri bu hali öncesi ve sonrasıyla karşılaştırarak şöyle anlatıyordu: "Yeni Ankara başdöndürücü bir süratle inkişaf ediyordu. Taşhan'ın önünden Samanpazarı'na, Samanpazarı'ndan Cebeci'ye, Cebeci'den Yenişehir'e, Yenişehir'den Kavaklıdere'ye uzanan sahalar üzerinde, apartımanlar, evler, resmi binalar, sanki, yerden fışkırırcasına yükseliyordu. Bunların her biri yapanın bilgisine ve yaptıranın zevkine göre birtakım şekiller ve renkler almakla beraber, dikkatli bir göz için, hemen hepsine birden hakim olan exotique mimari tarzının sırıttığı da aşikardı. Mesela, Yenişehir'den Kavaklıdere'ye doğru sıralanan villalar arasında kulesiz, saçaksız binalara rasgelmek mümkün değildir. Birbirinden örnek alan ve bazıları hep bir mimarın elinden çıkmış bulunan bu kuleli ve geniş saçaklı evler, etraflarını çeviren hendeklerin ortasında birer derebeyi şatosunu andırıyordu. Şehir içindeki, apartımanların , resmi binaların ise kadim Hint racalarının saraylarından hiç farkı yoktu. Bazıları da , ogival pencereleri, yeşil renkli yaldız murabbalı saçaklarıyla Osmanlı devrinin medrese ve imarethane mimarisinin soysuzlaşmış bir devamı gibi idiler. Lakin, bereket versin ki, ilk yılların acemiliği ve zevksizliği yüzünden meydan alan bu cereyan birdenbire yerini modern mimariye bıraktı. Villların kuleleri yıkılmaya, ogival pencereler mustatil olmağa ve yeşilli yaldızlı saçaklar ortadan kalkmağa başladı. Birçok binanın cepheleri , sakalını bıyığını traş eden bu adamların yüzleri gibi değişiyor, düzelip sadeleşiyordu." (Ankara, Y.K. Karaosmanoğlu, age: 121-2)


Kentin imarı hızla ve çeşitli usluplar içinde değişerek sürerken, Devlet erkanı ve bürokratlar "yaşanacak yerler" dışında "gidilebilecek yerleri" de açıkça destekliyorlardı. Istanbul'da işinin erbabı -özellikle yeme- içme işiyle alakalı olan- insanlar Ankara'ya davet ediliyor, çalışabilecekleri mekanlar düzenleniyordu. Örneğin Karpiç, Tavukçu Tayfur Istanbul'dan çağrılmış, Ankara Palas'ın işletmesi Fransızlara verilmişti. Özellikle Karpiç tam bir devlet lokantasıydı. Osmanlı mutfağından kurtulamamış , aşçı dükkanı düzeyini aşamamış kent için Avrupalı bir lokantaya gereksinim vardı. Bunu özel kişiler başaramadığına göre devlet yapacaktı. Baba Karpiç Taşhan Oteli mutfağından alınarak kendi adına kurduğu lokantaya geldi. Karpiç , yiyimi içimi çok güzel olan bir lokanta idi. Iyi işletilebilmesi, bol yenebilmesi için belediye tarafından (Karpiç'i belediye destekler, belediyeyi de devlet..) paraca desteklenirdi. Devlet destekli bu gidilecek yerlere rağmen Ankara, -bir Istanbullu için- avuç içi kadar bir yer. Yenişehir'in can damarı Atatürk Bulvarını -eski adıyla Bankalar Caddesi- bir baştan başa yürüdünüz mü sağa sola selam vermekten yorulursunuz. Herkes herkesi tanır. Işte o "herkes", Sakarya Caddesi'nde Laz bakkaldan ya da Bulvar'daki Trakya mezecisinden alışveriş yapar; çocukları Pekpak Pastanesinin dondurmasına bayılır. Cumartesi günleri Karanfil sokağın tam karşısına düşen Ulus Sineması'nda Hollywood filmleri seyredilir. Haftada bir Karpiç'te yemek yenir. (Filiz Hiç üzlmesin, Filiz Ali, 1995: 59)


Ankara'nın seçkinci inşasını gerçekleştiren Istanbul'lu kentlilerin "herkes"ten sayılmayan, şehrin diğer insanlarının kendilerinden farklı olduklarını görmeleri önemli bir çelişkiyi ortaya çıkarttı. Ancak bu çelişki, çoğunlukla görmek istememe ya da gördüğünü/bildiğini vaaz ederek bütün adına konuşma biçimine dönüştü. Nezihe Araz, Ankara ile ilgili anılarında bu anlamda şöyle bir olay anlatır: "Annem, henüz Ankara ile uyum sağlayamadığı ilk günlerde, babam işe gittikten sonra zaman zaman elini yanağına koyar ağlarmış. Büyükbabam, onu bir iki kez görünce fevkalade üzülmüş ve sonunda, çok sevdiği gelinine bunun sebebini sormuş. "Kocanla mı bir derdin var?" (..) "Hayır" demiş annem, "hiç öyle bir şeyler yok" "O halde neden ağlıyorsun?" "Çünkü bu Ankara, Rıfat Beyin bana anlattığı o Ankara'ya hiç benzemiyor. Ben burada bir tane bile beyefendi görmedim." "Bunun için mi ağlıyorsun?" "Evet.. bunun için". Büyükbabam hayretler içinde "kızım, bizim de beyefendilerimiz var, ama onlar hükümet konağında" diye anlatmış anneme". Beyefendiler -ya da hükümet konağında olması yeterli olan beyefendiler- tanımlaması, birdenbire söylenmemiş aksine 1931 yılında CHP kurultayında "Halk için Halka rağmen" biçiminde resmi olarak ifade de edilmişti.


Şehir, Jansen planına göre kuzey-güney doğrultusunda kontrol edilebilir düzeyde gelişirken, doğu-batı ekseninde kalan eski Ankara, otuzlu yıllardan itibaren "çevre"den göç alıyor, "herkes"in hesaplamadığı bir biçimde büyüyordu. Doğuluların yerleştiği Erzurum , Boşnakların toplandığı Sakarya, Arnavut kökenlilerin geldiği Aktaş, Gümüşhaneli ve Bayburtluların göç ettiği Atıfbey mahalleleri bu "akın"ın özellikli yerleşim merkezleri oldular. Altındağ, Samanpazarı, Hacettepe, Hamamönü gibi bölgelerde yoğunlaşan yeni nüfus, gelenekçi özelliklerini muhafaza ederek, seçkin Ankara'nın dışında farklı bir dünya kuruyordu. Örneğin Karpiç gibi bir lokantanın "servis"ine karşın bu bölgelerde halen aşçı dükkanları vardı. Kahveler, oturulacak yerler şiir dinletileri yapılan Meram, Tuna veya Özen pastahanelerine benzemiyor, erkeklere-ve hatta tüm kanunlarıyla kabadayılara-hizmet ediyordu. Eğlence söz konusu olduğunda Yenişehir'in Türk müziğine rağbet edilmeyen adabı muaşeretten hallice nasibini almış "nezih" eğlence mekanlarına karşılık, özellikle Kale çevresi ve Ulus'un arka taraflarına geleneksel sazlı-sözlü içkili "komple-faça" uğrak yerleri açılıyordu. Sonraları "Gazinocular Kralı" olarak namlanacak Gazi Avşar'ın Gima karşısında açtığı Tektel Saz Salonu, Ismetpaşa Telgraf Sokak'taki Atıf'ın içkili lokantası, Bentderesi'ndeki Hilmi Baba'nın meyhanesi bunlardan önemli bir kaç tanesiydi. Zamanla büyüyen "kenar-şehir"in etkisiyle olacak "nezih" mekanlarda yıpranmaya, eğlence ile alakalı üsluplarını ve servislerini değiştirmeye başladılar. "Caz-band"ların yerini Abdullah Yüce'nin şarkıları, Bayram Aracı'nın türküleri alırken, Rüzgarlı Sokak'taki Tabarin Bar veya Emre Palas Oteli altındaki Yeni Bar gibi yerler bile dansöz oynatır olmuşlardı. Bu benzeşme, kontrolün merkezin elinden çıktığını gösterirken büyük rahatsızlık yaratıyordu. Ankara, Istanbul'a göre ne kadar taşralı ve yoz ise bu kenar şehir de Ankara'nın Yenişehrine göre bir o kadar yoz ve taşralıydı.


Kenar şehirdeki suç oranının yüksek oluşu, merkezi sık ve acil müdahale edebilmek amacıyla Stadyum içinde Yıldırım Ekipler adı altında bir polis gücü oluşturmaya zorlamıştı. Tüm idam cezaları Bentderesi veya Samanpazarı'nda infaz edilirken devlet sert biçimde yüzünü doğu-batı hattına çeviriyor, yaşayanlarına gerekirse neler yapabileceğine dair gözdağı veriyordu. Adliye, Anafartalar caddesine kuruldu. Böylece adliye dışına taşabilecek kadar çirkin olaylar okumuş yazmış insanların- ve doğallıkla Yeni şehirin olabildiğince uzağında tutulabilecekti. Kenar-şehrin ahalisinin merkez ile olan ilişkilerinde yapabilecekleri son derece sınırlıydı: Onlardan "medeni" olmaları istenmiş, onlar da olabildikleri kadar olmuşlardı. Çocuklarını okullara gönderiyor, onlardan hiç bilmedikleri ve aslında hiç hoşlanmadıkları şeyler duyuyor, devletle yüzyüze gelmekten çekindikleri için sessiz kalıyorlardı. Radyo onların anlamadığı şeyleri çalıyor, kıyafetlerine dahi karışılarak nezih mekanlarda görünmelerine açıkça karşı çıkılıyordu:"Ankara'nın çok modern ve medeni manzarası içinde gönle eza veren bir nokta var: Akşam saatlerinde kafile halinde Bulvarda rastlanan işçi ve köylülerin kıyafetlerinin perişanlığı... En kötü ihtimal, bu kılıklara bakarak bir yabancı bütün Türk köylüsünü bu derece yoksul ve zavallı sanabilir" (Ölmeye Yatmak, Adalet Ağaoğlu, 1992: 31) biçiminde batıya karşı küçük düşme endişesi taşıyan yeni-şehirliler açıkça buna mahal vermeyecek düzenlemelere bile girişiyorlardı. Kılığı, kıyafeti bozuk olanların polis tarafından uzaklaştırılması sağlanıyordu. Batı -ya da batıya karşı öncelikle kendi tatmini- için oluşturulan vitrinden uzaklaştırılan, hatta hiç yaklaştırılmayan kenar şehrin merkezle bir hesabı -en azından böyle bir zorlamaya karşı boşalması- ise "mutlaka" olacaktı.


Kenar-şehrin en önemli semti futbol takımı, taraftarı, insanı ve kendine özgü kavgacı kimliğiyle Hacettepe'ydi: Ankaralı'ların dualarla dilekte bulunduğu "Hacet Tepesi"nden ismini alan semt, Erzurum mahallesi, Samanpazarı ve Hamamönü arasında konumlanıyordu. Bir rivayete göre de Ankara'nın Hacettepe'si , birkaç demkeşin lakayıt yalanından, rüyasından öte yüreklere düşürdüğü ateşle nam almış korku salmış, gafticisi, dumancısı, halkacısı, kalaycısı, has gacısı, lüpçüsü, zonguru ve cilalı güzelleri ile envayı çeşit helalinden insanların eviydi." ve hatta kimilerine göre Hacettepe ismi yılankavi sokakların, fi tarihinden kadidi kalmış evlerin, yeşili tonla cücük kadar bahçelerin, kol kırıp bıyık kesmenin, husye burup faça bozmanın zifiri mekanlarının, uslanmaz, durulmaz yaramaz çocukların, biryantinli filintaların, sıvırya Eyüp Sabri kokan nazeninlerin, Esenparka kulak kesip köfte rakkaseleri düşlerken şarap deviren haytaların, tekkede sarıkızı kırıp mest olan fişekçilerin, velvele etmeden iş gören sermayelerin, kene kadar yapışkan, kedi kadar çevik, tuttuğunu koparan azılı delikanlıların özetiydi denilir. Çoğunluğunu Ankara'nın yerlilerinin oluşturduğu Hacettepe'nin öne çıkan iki özelliği futbol takımı ve şehrin yeraltı dünyasına - ya da kenar-şehire - hükmeden kabadayılarıydı. Hacettepe'nin futbol takımı Karagücü, MKE Ankaragücü gibi devlet destekli takımların aksine "sivil" ve tüm dayanağı mahalle olan bir yapıya sahipti. Gerçi 1945 yılında kurulan takımın hiçbir zaman ülke çapında değer taşıyan başarıları olmadı. Üç kez Ankara şampiyonu oldu, bir kaç kez futbol tabiriyle "asansör olup, ikinci lige düştü, çıktı". Birinci ligde hep orta-alt sıralarda kaldı, tarihi boyunca milli takıma tek bir futbolcu (Onursal Uraz) verebildi v.s... Ancak takımın farklılığı, misafir takıma sıkı bir deplasman yaşatan kavgacı taraftarıydı. Tüm taraftar birbirini tanıyordu. Bu yakınlık ve samimiyet sebebiyle kulübün başkanı bile "onlardan biri", herkesin Fahri Amca'sıydı. Hacettepeliler kendi sahalarında rakip takımla ilgili tek bir tezahürat duymak istemiyor, gerekirse -ki sık sık gerekiyordu- semtin şanına uygun dayak atılıyordu. Hacettepe halkının ya da taraftarının topluca saldırması ya da kendini savunması, semtin sui generis özelliklerinden biriydi. Mahallenin onuru adına çok küçük sataşmalar, ağız dalaşları dahi maraza sebebi sayılarak topluca kavgaya girilebiliyordu.


Semtin tarihi içinde girişilen toplu hareketlere iki örnek vermek istiyorum: Her iki örnek de bana göre kenardaki Ankara'nın herhangi bir politik sebep olmaksızın salt öfke ve yaşamına müdahale edilmemesi için savunma niyeti taşıyan merkeze yönelik tepkilerdir. Ilki çeşitli rivayetler taşımakla birlikte laf atma-namus meselesiyle başlar. Anlatıldığına göre hafta sonu izninde olan birkaç Harbiyeli, Hacettepeli aynalı bir kızı, utanıp sıkılmadan, yüksek perdeden laf atarak rahatsız ederler. Mahallenin sonraki yıllarında önemli kabadayıları olacak olan ve bu olayla nam alan Kabadayı Mehmet, Sarı Veli ve Karagöz Kemal, duyar duymaz, Hacettepeliliğin raconu icabı, sütü bozuk saydıkları çocukların mostrasına bakmak lüzumuyla tekkeden apar topar fırlamışlar. Duyduklarından öyle dolmuşlar ki tabancaymış, şişmiş, muştaymış, bıçakmış, sopaymış es geçip oğlanları çıplak elle haklayacağız yeminiyle yolları arşınlamışlar. Kız mı suçlu, kuyruk mu sallamış, işve mi yapmış , kıçının çatalını indire bindire üç ayaklı deyyusları daha mı azdırmış diye sormamışlar, akıllarına getirmişler ama hesaba katmamışlar. Zira kız Hacettepeli'ymiş lüzumluysa kulağı bükülür, vakti geldiyse everilirmiş ancak aslolan yaşananlarmış. Atılan laf sanki kuş olmuş duyurmuş kendini dört bir yana, Ankara'ya, mahallenin ortasına, namusuna, varlığına. . Birkaç veledizinanın Hacettepe'nin şanına leke sürmesine mahal vermemek için şart olmuş vurmak, yıkmak, kan almak. Nihayet Mehmet ve arkadaşları kendilerinden sayıca fazla olan Harbiyelileri Anafartalar Caddesi'nde, bugün düğün salonu olan Sus Sineması içinde kıstırırlar. Film oynarken kalabalık salona girerler. Nedenmiş niyeymiş kimiz biz nerden geldik burayanın lafını dahi etmeden sağdan soldan karışmaya, ayırmaya yeltenen ışıkçısı, meraklısı, asabisine ve canhıraş çığlıklara aldırmadan Harbiyelileri usulünce döverler. Dayak yiyen Harbiyeliler okuldan daha kalabalık bir grup toplayarak otobüslerle bu kez Hacettepe'ye dönerler. Harbiyeli kızgındır. Kısasa kısas saldırgan gençleri istemektedirler. Ama umduklarının aksine bir direnişle karşılaşırlar Mahalleli-yine anlatıldığına göre- genci yaşlısı, çoluğu, çocuğu, anası gacısı, hırlısı hırsızı -ve hatta mahallenin yabancısı olan sucuları- her bir ferdiyle tam tekmil Harbiyelilerle kavgaya tutuşurlar. Cümbüşü duyan koşarak meydana geldikçe iş dallanıp budaklanır. Polis geldiğinde ne Hacettepeliler ne Harbiyeliler polisi dinleyecek halde değillerdir. Kavga bittiğinde herşey çok uzatılmadan örtbas edilir, failleri çarçabuk salıverilir. Ahali, ölürmüş kalırmış sonu ne olur demeden askere karşı gelmiş, devletin ya da onun temsilcilerinin o üç delikanlıyı almasına izin vermemiştir. Bana göre Hacettepe'nin sonunu hazırlayan dramatik olaylardan ilki budur. Birileri bu işe çok kızacak ve asla unutmayacaktır.


Ikincisi, Haldun Taner'in Keşanlı Ali Destanı adlı ünlü oyununa konu olan Altındağ'lı Kürt Cemali ile daha önce adı geçen Hacettepe'li Kabadayı Mehmet'in kavgasıyla ilgili. Söz konusu olan "delikanlılık"tan mafya babalığına geçiş yapan, haraç alan, kumarhane işleten, it kopuk besleyen, en yakın arkadaşı Sarı Veli'yi öldürecek kadar soysuzlaşan Kabadayı Mehmet'in kendine rakip gördüğü Kürt Cemali'yle mücadelesiydi. Işin hitamında Mehmet'in Kürt Cemali'yi öldürmesi, Altındağlılar üzerinde büyük infial yaratır. Hacettepeliler ile aralarında çoğu yerde polisin dahi karışamadığı kavgalar yaşanır. Kabadayı Mehmet üzerinden tüm Hacettepe hedef alınarak sağa sola divane saldırılar olur. Hacettepe, bir yanda göç alıp göç verdiği, evlerinin birer birer yıkıldığı kendi tükenişini yaşarken, öte yanda mahallenin son kabadayısını, onun geçmişteki zayıfı, bilhassa ırz ehlini koruyan delikanlı günlerinin hatırına neredeyse "zoraki" olarak çekmektedir. Daha yırtıcı ve aç olan yaslı Altındağ ahalisi ise günlerce yasını tuttuğu Cemali'nin intikamını, yine o kenar-şehirin kanunlarına uygun olarak, Kabadayı Mehmet'i Hergele Meydanı'nda öldürerek alır. Bu hesaplaşmalar, kan alıp kan vermeler Hacettepe'yi kendini tüketmeye yönelik bir gidişat içine sokarken, merkez -yenişehir sakinleri- nezdinde gittikçe büyüyen bir cezalandırma arzusu yaratıyordu. "Bu adamların bir yerde durdurulmaları gerekiyor!"du. Aynı dönemlerde Ihsan Doğramacı'nın hastahane projesi bu cezalandırma arzusuyla önemli ölçüde örtüşecekti.


Hacettepe ile ilgili sayısız öykü, olay ve rivayet anlatılabilir. Ancak merkez ile ilişkilerini hiç bir zaman sağlıklı olarak kuramamış olan kavgacı Hacettepe öyküsü, tüm mahallenin istimlak edilerek ahalisinin dağıtılmasıyla dramatik biçimde nihayetlendi. Mahalle içindeki Tacettin Camii ile bitişiğindeki Mehmet Akif Ersoy'un Istiklal Marşı'nı yazdığı dergah dışındaki bütün evler yıkılarak, yerine bugünkü Hacettepe Hastahanesi kuruldu. Daha da dramatik olan Hacettepe futbol takımının tüm istimlaklerin tamamlandığı bir tarihte, taraftarı olmayan bir devlet takımına, Şekerspor'a karşı kaybederek averajla ikinci lige düşmesi oldu (1968). O farklı takım, önce taraftarını sonra kimliğini kaybederek amatör kümeye kadar düştü. Bu eza yetmezmiş gibi, seksenli yıllarda, Melih Gökçek'in Keçiören Belediye Başkanlığı sırasında ismi "Keçiörengücü" olarak değiştirildi ve tamamen tarihe karıştı. Hacettepeliler istimlakler yüzünden Ankara'nın çeşitli semtlerine, hiç tanımadıkları, doğup büyüdükleri mahalle kadar sevemeyecekleri yerlere taşınmışlardı. Hacettepe susturulmuştu. Hastahane için bir başka arazi ya da boş bir yer yokmuş gibi özellikle bu kavgacı mahalle seçilmiş, istimlak edilmiş, kendi içinde tek bir hırsızlık olayına rastlanmayan, hırsızlar, yankesiciler, esrar satıcıları, bıçkınlar ve kabadayılar'ın Hacettepe'si ortadan kaldırılmıştı.


Tek parti döneminin gözde şehri Ankara, tüm seçkinci vasıflarını rahatsız eden "Hacet-tepeleri" yüzünden Cumhuriyet'le elde ettiği üstünlüklerini ellili yılları müteakiben tekrar Istanbul'a devrederken o kenarlardan böylece intikamını -gecikmiş dahi olsa- alıyordu.
Ankara iç bir zaman tasarlandığı gibi seçkin bir kent olmadı. Hamurunda ne varsa ancak “o” olabildi. “Hacettepe”lerini kendi gelişimini aksattığı için cezalandırması bundandı. Çünkü her zaman yeni Hacettepe’leri oldu. Kendi kuralını koyan ve uygulayan Keçiören gibi, Çin Çin Bağları gibi yeni kenar-semtleri oldu. Geçmişten farklılıkları ise “kabadayı” geleneğinin yok oluşuyla birlikte rahatsız ve kavgacı kesimlerin ideolojik bir kimlik içinde ortaya çıkmalarıydı. Bugün Hacettepe’yi yaşadıklarıyla anlatan bir Kabadayı Mehmet de Yenişehir’le özdeşleşecek bir Nurullah Ataç da görebilmek mümkün değil. Bu, şehrin inşasında başat olan seçkinciliğin yenilgisi kadar kenar ile merkezin yakınlaşmasıyla da ilgiliydi. Ankara, ne tam Hacettepe, ne tam Yenişehir’di, belki de bunun için “kendi” olabildi. Geride kalanlar ise yalnızca rivayet ve mübalağaya açık hoş öyküler oldu.

Bu yazı, Birikim dergisinin Haziran-Temmuz 1996 Türkiye’nin Şehirleri Özel Sayısında yayınlanmıştır.

Ankara Futbolu: Memleket Futbolunun Kenar Semti


Memleket sathında futbol, bilindiği üzere hep İstanbul üzerinden konuşulur. Eskiden beri öyle. Düşünün, ta eskiden, Ankara’ya yolu düşüp Ankara Karması’yla veya Ankara şampiyonu olan takımla maç oynayan ecnebi takım sözcülerinden alınan şu tür demeçlermiş Ankaralı futbol adamlarının en büyük keyfi: “Kafilenin hocası, Ankara Karmasını, mağlup olmasına rağmen İstanbul ayarında bir ekip olarak vasıflandırmıştır...” Ankara’nın futbol takımları da, şehrin olanca başkentliğine rağmen ve başkentliğin en `saltanatlı’ zamanlarında bile, İstanbul menşeli benzetmelerle tanımlanmışlar eski zamanlarda: Ankaragücü Ankara’nın Fenerbahçe’si, Gençlerbirliği Ankara’nın Galatasaray’ı, Hacettepe Ankara’nın Beşiktaş’ı... Ankaragücü’ne atfedilen Fenerbahçelik, seyirci fazlalığından, hırslı yöneticilerinden, icabında parayı bastırıp istediği oyuncuyu alabilmesinden, toplamda Ankara’nın en başarılı takımı olmasından... Ankaragücü’nün bu özellikleri aslında 1970’lerde zuhur edecektir. Benzerliğin yüzeysel ama kuvvetli alâmeti, sarı-lâcivertteki renkdaşlıktır. `Eski’ Ankaragücü’nün Fenerbahçe’yle bir başka benzerliği, belki iki kulübe de “Milli Mücadele” ruhu üflenmiş olmasında aranabilir. Fenerbahçe işgal kuvvetlerine karşı milli gururu okşayan zaferleriyle parladıysa, Ankaragücü de milli müdafaa sanayiinin takımıdır. Dikkat: Ankaragücü’nün doğum yeri İstanbul’dur - Ankara’ya taşınma vesilesi de Milli Mücadele’dir. Kulüp 1910’da Sultanahmet Sanat Mektebi’nden bir grup genç tarafından, muhtemelen dönemin Türkçü hülyalarından ilham alarak Turan Sanatkâran Gücü adıyla kurulmuştur. Birkaç yıl sonra Altınörs adını alır; bu adla 1919 yılındaki “İstanbul Pazar Ligi”nin kurucuları arasında yer alır. Milli Mücadele başlaması üzerine Altınörslüler Ankara’ya göçerler ve orada askeri sanayi erbabınca kurulmuş bulunan İmalat-ı Harbiye takımıyla birleşirler. Birleşmenin tarihi resmen 1926 olarak kaydediliyor. Kulüp Ankaragücü adını 1933’de almış. 1969’da büyük askeri sanayi kuruluşu Makine Kimya Endüstrisi Kurumu’nun adını göbek adı olarak takınarak M.K.E. Ankaragücü olacaktır.

Gençlerbirliği’nin Galatasaraylığı ise, “liseli” ve “seçkin” (züppe mi demeli) kökeninden geliyor. Hikâye şöyle: Sene 1923, Ankara Lisesi’nin (sonraki ve şimdiki Atatürk Lisesi) başarılı okul takımından tart edilen birkaç talebe, içlerinden birinin mebus babasının teşvikiyle bir takım kuruyorlar ve Gençlerbirliği adını taktıkları bu takımla, çıkartıldıkları lise takımıyla bir intikam maçı oynuyorlar. 3-0 yeniyorlar lise takımını ve intikam barışma getiriyor. Lise takımıyla terütaze Gençlerbirliği fiilen bütünleşiyor ve bu kulüp Ankara’nın muallimleriyle talebeleri tarafından beslenip büyütülüyor. Bir rivayete göre talebeler lise takımıyla maça giderken Ankara gelinciklerinden bir demet yapıp götürmüşlerdi; kırmızı-siyah renk oradan kaldı. Gençlerbirliği, 1940’lı ve 50’li yıllarda da, Ankara’ya yüksek tahsile gelen futbola yetenekli gençlerin doğal mecrası oldu. Burada top oynayan gençlere icabında destek olarak ufak bir memuriyet de temin ediliyordu. Gençlerbirliği sadece bir spor kulübü değil, bir muhit, bir camia idi. Gençlerbirliği münevverlerin, bürokratların, “şık”ların, özcesi Yenişehir’in takımı oldu Ankara’da - mahallelerle pek alışverişi olmadı. “Gençler” seyircisi, Hacettepe’nin Çubuk şaraplarıyla maça giden, kimi zaman delikanlılık raconu filan dinlemeyip ifrata kaçan divane taraftarına da, uzun müddet Ankaragücü’nün açık tribününü dolduran İmalat-ı Harbiye işçisine de benzemedi. Beri yandan, o vakitler Gençlerbirliğililer, “Ankara’nın tek -ya da ilk- sivil takımı” kimliğini benimsediler gururla. Bütün ciddi takımların -Hacettepe kuruluncaya dek- bir devlet müessesesine, çoğu da askeriyeye bağlı olduğu bir vasatta, “en sivil” pâyesi, tahsilli ve bürokratik elitin bu has kulübüne düşüyordu.


Hacettepe’ye Beşiktaş kılığının yakıştırılması ise, bir mahalle (kenar mahalle) takımı oluşundan, kulüp sevgisi ve terbiyesine sıkı sıkıya bağlı (sıkıysa olmasın!) oyuncularından ve mütevazi koşullarından kaynaklanmış. Ülke çapında şöhret kazanan oyuncuları, sembol isimleri, nam salmış başarıları, para kaynakları hiç olmamış Hacettepe’nin (bir tek milli takıma yükselmiş Onursal Uraz var). Buna rağmen futbolun kadim zamanlarında Ankara futbolunun üç büyüklerinden biri işte. Çünkü, Hacettepe kendinden başka hiçbir camiaya benzetilecek bir “şey” değil. Hacettepe, bu üç takım arasında en az İstanbullu, en çok Ankaralı. 28 Temmuz 1945’de Hamamönü’ne çıkan Küçükkapı Sokak’ta virane bir binanın tek göz odacığında Fahri Kabadayı başkanlığında kurulup yıllarca buradan idare edilen mor-beyazlı kulüp (tam adı: Hacettepe Spor Gençlik Kulübü), Ankara’nın tek has mahalle takımı olmuş. Üç yıl içinde kademe atlayıp Ankara 1. Ligine yükselerek de iddiasını kanıtlamış. Dedik ya, Ankaragücü’nün şehrin “en baba” takımı olması sonraların işi; nitekim 1920’lerden 1950’lere uzanan dönemde Ankara futbolunun hâkimi kesinkes Gençlerbirliği. 1923/24’den 1950/51’e dek oynanan Ankara Amatör Liginde “Gençler” 13 şampiyonlukla uzak ara önde. Ankaragücü’nün sadece 2 şampiyonluğu var. Ankara futbolunun resmiyetini cisimleştiren iki askeriye takımından Harp Okulu 4, Muhafızgücü 2 şampiyonluk elde etmiş. (“Bunlardan” Karagücü filan gibi başkaları da var!) Sivil bir müessesenin (Te-cim-dal-dal: TCDDY) mavi-lâcivertli takımı, Türkiye’deki Demirspor’ların ilki ve en Demirspor’u olan Ankara Demirspor (tevellüdü 1932) 4 şampiyonluk kazanmış. Çankaya diye bir takımın da bir şampiyonluğu var. Bu Çankaya’nın, Demirspor’un teşekkülünde rolü olmuş: 1937’de Çankaya’yla Demirspor birleşiyor ve Demirspor böylece hem daha güçleniyor hem de başlangıçta kırmızı-yeşil olan renkleri o has mavi-lâciverde dönüyor. 1951’den sonra başlayan profesyonellik devrine de Ankara biraz geç intikal etmiş. Ankara Profesyonel Ligi 1955/56’dan 1958/59’a dört sezon oynanabilmiş. Hacettepe’nin 2, Ankaragücü ve Demirspor’un birer şampiyonluğu var.


Daha eskisini bilemiyoruz, ama 1950’li yılların seyircisi için anlatılan o ki, futbol kaidelerinden bihaberlermiş. Bu yüzden hakemle uğraşmazlarmış, düdüğü çalanın haklı olduğu baştan kabul edilirmiş. Herkesin maç boyu üzerine konuştuğu, sarakaya aldığı hedef tahtası, kaleciler ve “adam geçiren” müdafaa imiş. Örneğin Hacettepe kalecisi “Deli Hikmet”e maç boyu “deli, deli!” diye bağırıp, adamcağız hışımla “kim onu söyleyen” diye kalesinin arkasına yöneldiğinde suspus olarak iyice çileden çıkartırlarmış. Seyircinin maça sırf eğlenme niyetiyle gidiyor olması, o zamanki Ankara’nın küçüklüğü ve taraftarıyla, futbolcusuyla, hakemiyle, yöneticisiyle herkesin birbirini tanıması, doğal bir içiçelik yaratıyormuş. Neredeyse her futbolcunun lâkabıyla anılması bunun neticesi: Dodurgalı Hüseyin, Arnavut İlhan, Zündap Hüseyin, Arap Kadri, Kıvırcık Nihat, Paçoz Oktay, Arap İlhan, Horvat Aydın, Tık Tık Sami, Doktor Vacit, Korsan İsmet, Cici Necdet vs.. Şehrin güzide futbolcularından Kabadayı Mehmet, Orle İhsan, Karagöz Kemal, Sarı Veli, Arnavut İlhan aynı zamanda dönemin namlı kabadayıları idi ve bunların çoğu kabadayılığın tabiatı icabı Hacettepeliydi. Karagöz Kemal’in Hakem Hüsamettin Böke’yi dövüp ömürboyu boykot aldığı söyleniyor. Milli Lig öncesi dönemde Ankara futbolunun en müstesna isimlerinden biri Karagücü’nde oynayan Beton Mustafa’ymış. Mütevazı kişiliği, çalışkanlığı, arzulu ve “sağlam” futbolu nedeniyle “Beton” adını alan Mustafa Ertan, anlatılanlara bakılırsa sabah mahallenin çocuklarıyla gazozuna maç oynayıp öğleden sonra resmi maça çıkacak kadar futbol delisiymiş. 34 yaşında (1960) ordudan ayrıldıktan sonra Beşiktaş’a transfer olmuş, aynı yılın şampiyon kadrosunda yeralmış. Tabii 15 yılı aşkın oynadığı Gençlerbirliği’nin “abi”si, yani fiili teknik direktörü ve yöneticisi Hasan Polat’tan bahsetmeden olmaz. Müthiş hava hakimiyeti, gücü, sürati ve modern önliberoyu haber veren özellikleriyle temayüz eden Hasan Polat, 1930’lardan 1950’lere uzanan kesitte Ankara futbolunun en karizmatik figürü. (Sonraki dönemde de 1960’lardan 70’lere dek Türkiye futbol bürokrasisinin “kurucu babalarından” ve karizmalarından olacaktır.) Bir de sıkı futbol meraklılarının bile adını bilmediği, ama o yılları hatırlayanların “bugün oynasa trilyon eder” hükmünde birleştikleri Gençlerli Hâdi Pozam var: rakiplerini sinirden çatlatan inanılmaz top cambazlığıyla meşhur - bir de olabileceğini olamamasına yol açan hırssızlığı, gamsızlığıyla...
“Milli Lig”in oynanmaya başladığı 60’lı yıllar Ankara futbolunun altın çağı. Üç büyük şehrin tekelinde bulunan Milli Ligden Ankara’nın aldığı pay yüksek o zamanlar: Dörtte bir. 1959’da Milli Lig ilk kurulduğunda 16 takımdan dördü Ankara takımı: Ankaragücü, Hacettepe, Ankara Demirspor, Gençlerbirliği. 1959/60 sezonunda 20 takıma çıkan Lige Ankara’dan şekerhilâl de katılıyor. 1964/65 Sezonu, altın çağın doruk noktası. Saydığımız takımlara ilâveten PTT de birinci kümede, 16 takımdan 6’sı Ankaralı; üçte birden yüksek bir oran!

Ne var ki Ankara takımları, 1. Ligde hayli kalabalık bir nüfusla ikamet ettikleri 60’lı yıllarda, memleket futbolunun kenar semti olmaktan ileri gidememişler. Varabildikleri en yüksek mertebe, İstanbul’un üç büyük kulübüne, yani Türkiye’nin teşekkül etmekte olan futbol oligarşisine ara sıra kafa tutabilmek olmuş. Kaldı ki, bu şeref de Ankara’dan çok İzmir futboluna ait. 60’ların ikinci yarısından 70’lerin ilk yıllarına uzanan kesitte ligde “kafaya oynama” inadını cengâverce sürdüren Göztepe’nin oluşturduğu istikrarlı tehdidin emsalini ne Gençlerbirliği ne Ankaragücü yaratabilmişler. Üstelik Göztepe’nin, “Avrupa Avrupa duy sesimizi” histerisinin yaşanmadığı bu dönemde Fuar şehirleri Kupası’nda (şimdiki UEFA Kupası oluyor) yarı finale kadar çıkmışlığı var. Ankara ise Avrupa takımlarının olsa olsa dostluk maçı falan için uğradığı, İstanbul takımlarının efsane mertebesinde olduğu bir futbol sapası - kenar semt işte... İstanbullularla ve İzmirlilerle başedebilecek Ankaralılar diye Ankaragücü ve Gençlerbirliği’ni andık, çünkü 60’lardaki Ankaralı kalabalığının başını çekenler bu ikisi. Bu onyılda Ankara futbolunun önderi yine Gençlerbirliği. 1960/61 Sezonunda Gençlerbirliği 5., 61/62, 62/63 ve 66/67’de 6. olmuş, 1965/66 sezonunda 3. olarak Ankara futbolunun 1. Lig tarihindeki en iyi derecesini elde ettiği gibi, İstanbul oligarşisinin ilk üçteki saltanatını ilk kez kırma şerefini de kazanmış. 1963-65 dönemiyse Ankaragücü’nün parlak zamanı. Ankaragücü 1963/64’de 4., 1964/65’de 6.. PTT de, ki 60’ların futbolseverleri arasında adı “Postane”ydi, 7. sırada bitirdiği 1966/67 ve 1967/68 sezonlarında bayağı belâlı ve fiyakalı bir takımmış. Ankaralıların bir de övünecek gol kralları var bu dönemden kalan: Ankara Demirsporlu (ki ona da kısaca Demirspor denirmiş) Fikri Elma ve Ankaragücülü Ertan Adatepe. (Ertan Adatepe sonradan PTT’de de oynamış.) (1961/62 Sezonunun gol kralı Fikri Elma, 1996’nın Kasım’ında gol kısırlığından muzdarip olan Gençlerbirliği’nin Başkanı İlhan Cavcav’a başvurarak, bir ay hazırlanmasına izin verilirse her maçta gol atacağını taahhhüt edecekti! Gençlerbirliği’nin mükemmel tesislerinin kurulmasında büyük emeği olan Fikri Elma’yı 1999’un Kasım ayında kaybettik.) Altın çağın nasıl biteceği, daha o zaman belli. 60’lı yıllarda Ankara takımlarının hemen hepsi “asansör” - yani bir sene 2. Lige düşüp ertesi sene geri dönüyor, sonra yine düşüyorlar. Gün geldi, ki o “gün” 70’lerin başıydı, çıkamaz oldular, 1. Lige dönemediler. Ankaragücü ve Gençlerbirliği bile bu kaderi paylaştılar. Ankaragücü 1967/68’de düştü, ertesi yıl hemen çıktı - o esas asansörlük dönemini 70’lerin ikinci yarısında yaşayacaktı. Gençlerbirliği o parlak zamanlarının peşinden 1969/70’de bir düşüş düştü, tam 12 yıl geri gelemedi. PTT 1970/71’de düştü, ertesi yıl çıktı, 1972/73’de nihai olarak düştü. şekerhilâl/şekerspor 1962/63’de düştü, ertesi yıl çıktı, 1965/66’da yine düştü, 1971/72’de çıktı, 72/73’de nihâi olarak düştü. Ankara Demirspor asansörlük bile yapamadan 1970/71’de düşüp gitti. Hacettepe 1959/60’da 2. Lige düştü, 62/63’de yine çıktı, 1967/68’de geri gelmemek üzere düştü. 2. Lig demişken... O devri bilenler, 2. Ligde vasat bir kariyer yaptıktan sonra feci bir düşüşle düşen bir Ankara takımını hatırlıyorlar: Altındağ. Anlatılanlara bakılırsa, 2. Ligden düşmesi haftalar önce kesinleşen Altındağ’ın son deplasmana çıkacak parası bile yokmuş da, gol averajına ihtiyacı olan rakipleri otobüs tutup harçlık verip bunları ayağına getirtmiş. Yazıya başlarken dedik ya, ne kadarı efsane bilinmez, ama Ankara futbolunun mâkus talihi açısından simgesel bir efsane...


Ankara takımları 1. Ligde niye tutunamadılar? Çünkü 60’ların sonlarında artık Türkiye futbolunda piyasa ilişkilerinin ve kitle kültürünün nüfuzu artmış, futbol işletmeciliğinin çapı büyümeye başlamıştı. Gittikçe daha çok para, para için zengin yönetici, zengin yöneticiyi cezbetmek için de iyi seyirci potansiyeli ve popülerlik vaadeden bir “camia” lâzımdı. Ankara takımlarının ise çoğu kamu müesseselerinin `bağlı kuruluşları’ gibiydi. şekerspor bir iktisadi devlet teşekkülü olan şeker şirketi’nin, Ankara Demirspor Demiryolları’nın, PTT adı üstünde Posta-Telefon-Telgraf İdaresinindi. Sarı-siyahlı PTT 1953’de Telspor adıyla kurulmuş, devrisi yıl PTT adını almıştı. Yeşil-beyazlı Şekerspor 1947’de kurulduktan sonra 1958’de Hilâl Gençlik ile birleşerek Şekerhilâl adını almış, 1962’de Şekerspor adına dönmüştü. Bu müesseselerin ne futbola yatıracak fazla paraları, ne çetrefilleşen futbol kulüpçülüğüne uyarlanabilecek `hinlikte’ yönetim yapıları, ne de onları motive edecek taraftar ve camiaları vardı. Takıma ayrılacak kaynak, müessesenin başındaki yöneticinin futbola olan alâkasına bağlıydı. Ve futbol, müessese ve yönetici için bugünlerde olduğu kadar büyük bir reklam aracı değildi - zaten “reklam” da o kadar lâzım bir şey değildi. Bu takımların tek avantajları futbolcuları müesseseye işçi ya da memur olarak kaydedip ayrıca maaşa bağlamalarıydı. Müesseselerin en sırtı sağlamı M.K.E. idi. Çalışanlarının maaşından kesilen paylarla Kurum, Ankaragücü’nün ayakta kalmasının teminatı oldu. Bir rivayete göre bu bereketli kaynaktan, M.K.E. Tekaüt Sandığında görevli Hacettepe Başkanlarından Abdullah Özgörür’ün sayesinde mor-beyazlı kulübe bile “gizlice” para damlamıştı bir ara! şehrin `sivil’ takımları ise Fuat Hızal, Hafi Araç, Mustafa Deliveli, Aydın Saraçoğlu, Hasan Polat, Abdullah Özgörür, İsmet Sezgin gibi az sayıda işadamı, bürokrat ve politikacının himmetine bakıyordu. Zamanla profesyonellik dozu gittikçe artan futbol piyasasına ayak uydurabilen kalburüstü yönetici kliğinin bile büyük kısmı aynı zamanda İstanbul’un üç büyük kulübünden birisine üye olacaktı. Zaruret halinde işe yarayacak bir “Amerikan pasaportu” gibi... “Kendi” takımı bir yana, “büyükler” bir yana... Düşünün, bugün ülkenin en hin futbol idarecilerinden biri olarak bilinen, Gençlerbirliği’nin “ezeli ve ebedi” başkanı İlhan Cavcav, aynı zamanda Galatasaray Kongre üyesidir. Ankara’da göçmen sayısının bolluğu yüzünden hemşehricilik de zayıftı. Ankara takımları, ardarda kurulan Anadolu kulüplerinin (adını ilk Kurthan Fişek’in koyduğu) şehir şovenizmiyle yarattıkları cerbeze karşısında, tıpkı Halk Fırkası’nın orta halli elit-altı kesiminin DP/AP dalgası karşısındaki hali gibi, şaşkın ve öksüz kaldılar. Bir tek Ankaragücü kendini kurtarabildi. Herhalde Ankara’nın en eski futbol kulübü olması, M.K.E.’nin desteği, ve nispi başarılarının üzerine bir “taraftar kültürü” bina etmeyi başarması sayesinde yakaladığı havayla aradan sıyrıldı. 19 Mayıs Stadındaki, takım galip gelirse bedava turşu dağıtan, yenilgi halinde milletin kızdırmasına dayanamayıp turşu kavanozunu tribün balkonunda aşağı boşaltan turşucu gibi karakter oyuncularıyla popüler bir hava yaratmıştı Ankaragücü... Bugün “Gecekondu” olarak namlanan, tutkulu, “aç”, bıçkın ve mutsuz kenar mahalle taraftarlarına tekabül eden, 1950-70 döneminin “pazarcılar”ı külliyen Ankaragücü taraftarıydı. Çoğu Ankara dışından gelmişti ve Ankaralı sayılma arzularının nişanesi olarak şehrin adını taşıyan takımı tutuyorlardı. Pazarcıların Ankaragücülülüğü, eski Ankara’nın Ulus’taki esnaf muhitinde, özellikle de Hal’de hâlâ süregelen bir gelenektir.


Kalıyordu geriye müessesesiz, müstakil iki takım: Gençlerbirliği ve Hacettepe. Bu iki ‘sivil’ takımdan Gençlerbirliği’nin, 60’lı yıllarda Ankara futbolunun öncü güçü olmasına rağmen, sendelediği anda uzun süre toparlanamamak üzere düşmekten kurtulamaması ilginç. Gençlerbirliği, futbolun mahalli olmaktan çıkıp “milli” hale gelmeye başladığı bu ‘klasik-sonrası’ dönemde, galiba biraz snobluğunun kurbanı oldu. Nevzuhur Ankara’nın bütün memlekete tepeden bakan edasını tevarüs etmiş gibiydi kulüp. Düşünün, memleketin futbol işlerini idare eden kalemiyenin bellibaşlı simaları, ekseriya Gençlerbirliği kökenliydi: Orhan şeref Apak, Hasan Polat, daha sonraları Halim Çorbalı... Kulüp, 60’larda “güç ve paranın el değiştirmesine” ayak uyduramadı. Para ve taraftar olmayınca, ‘güzide camia’ kimliğinin, düşkün asılzade tesellisinden ibaret kalacağına uyanamadı galiba. Üstelik güzide camia da ‘kuru kuruya’ bir güzide camiaydı: Ne bir müesesse, ne iri işadamları, ne de şöyle iç dayanışması kuvvetli bir grup. Angaralı “mülti-zengin” Vehbi Koç güya Gençlerbirliği taraftarıydı; ama o da meşhur kişiliğiyle bedava hamiliği tercih ediyordu. Koç’un kulübe bilinen tek hayrı, Maltepe’deki Koç Talebe Yurdu’nun altında kulübe tahsis edilmiş bürocuk olmuştu. Sürekli kulübe kurtuluş çaresi arayan âkil adamlar, ki feragatli ama parasız-pulsuz memurlardan ve eski futbolculardan oluşan bu gruba Koç Yurdu’ndaki lokalin alt katına verilen isme binaen “Denizaltıcılar” deniyordu, 1960’lar boyunca nüfuzundan medet umulan CHP’li hukukçu ve politikacıların ardından, 1966’da bir devrim yaptılar, -kendilerinin de tamama yakını CHP’li olmasına rağmen- AP’nin yükselen yıldızı İsmet Sezgin’i başkanlığa getirdiler. O da can-ı gönülden uğraştıysa da çare olmadı, Gençlerbirliği 1969/70 sezonu sonunda 2. Lige düştü. 2. Lige ilk düştüğü yıl kulübe nakliyatçı işadamı Mehmet Ali Tuzcoğlu el attı - neticesiz... Malûm, düşer düşmez çıkamayınca da bir daha zor çıkılır! “Güzide camia”, Gençlerbirliği zaten tabiat icabı varmış, onun için özel bir şey yapmak gerekmezmiş gibi düşünüyordu sanki. Ankara’da Gençlerli hakikaten çoktu ama bunların vaziyeti maça bile gelmeye müsait değildi: gerçi saygın ve nüfuzluydular, ama zengin değildiler, vazife ve kariyer peşindeydiler - ayrıca bürokrasideki Gençlerliler “kulübe menfaat ve iltimas temin etmeyi”, “Gençlerbirliği terbiyesine” yakıştıramıyorlardı. Gençlerbirliği düştüğü sezon Futbol Federasyonu başkanı olan ulu Gençlerli Hasan Polat, “abi, bir şeyyapamadın mı?” diye mızıldananlara, “ben Gençlerbirliği’ni düşüren kararı gözümü kırpmadan imzalarım, gece gidip evimde ‘evlâdım öldü!’ diye ağlarım” demişti. Gençlerbirliği böyle bir “şerefli sahipsizlik” içinde yıllarca sürünecekti. Galiba şu da oldu: Yeni zamanların sillesini yiyip düştükçe, bu mağrur Ankaralının burnunu sürtmek, futbol ortamının yeni yükselen güçleri için özel bir zevk oldu. 70’lerdeki kahredici sürünme yıllarında “Denizaltıcılar” Gençlerbirliği’ni kurtaracak başkan aramaktan telef oldular. Artık “camiadan” ya da camiayla ilişkili başkan prensibini de bir yana bırakıp, “para ve güç” arıyorlardı. Nakliyat devi Tuzcuoğlu, Odalar Birliği başkanı Sezai Dıblan, “yeğen” Yahya Demirel, sonradan yolsuzluktan yargılanan bakan Tuncay Mataracı gelip geçti bu yıllarda Gençlerbirliği’nden. 70’lerin efsane ismi, tamamen sahipsiz kalmışken kulübe sahip çıkan küçük müteahhit Hasan şengel’dir: ilk kez seçkinlerden, nüfuzlulardan ya da zenginlerden olmayan biri geliyordu kulübün başkanlığına ve o Hasan şengel seçkinlerde, nüfuzlularda, zenginlerde olmayan bir fedakârlıkla, “olmayan parasını vererek”, özel hayatını mahvederek, diller dökerek kırmızı-siyah bayrağı ayakta tuttu. Gençlerbirliği’nin atlattığı en büyük badire, 1977’de mahalli kümeye düşmesiydi. Altınordu’ların, Beyoğluspor’ların, Adalet’lerin yitip gittiği kör kuyuda kaybolmak demekti bu. “Camia”, işte bu noktada kıpırdadı. Futbol Federasyonu’nda -özellikle hukuk kurulunda- etkin olan Gençlerliler (başta “Sarı Kemal” ve Rahmi Mağat), gazeteci Rafet Genç ve başka kim varsa herkesin lobi gücünü devşirerek, statüyü değiştirttirtiler: 2.lig yeniden tanzim edildi, düşme kaldırıldı, falan filan, kurtarıldı Gençlerbirliği. Bu “ölümün gözüne bakma” ânından sonra, paralı ama asıl önemlisi hırslı ve becerikli bir başkanın, İlhan Cavcav’ın da “transfer edilmesiyle” yavaş yavaş toparlanacaktı.


Diğer ‘sivil’ takıma gelince... Bu iyicene ‘sivil’ bir camiaydı; Hacettepe, nâmına düşkün bir mahalleye dayanıyordu, bir ‘muhit’ takımıydı. Ankara için, 60’lardaki altın çağında bile memleket futbolunun kenar semtiydi dedik ya, Hacettepe kenar semtin de dış mahallesiydi. Yılankavi sokakları, şarapçıları, dumancıları, kalaycıları, halkacıları, lüpçüleri, tuttuğunu koparan azılı delikanlıları ve kabadayılarıyla, başkent Ankara’nın asri, düzgün Yenişehir’ine meydan okuyan bir yeraltı-şehirdi âdeta. Gecekonduların henüz yerden bittiği zamanlarda, sonradan gecekondulara atfedilen bütün şehir-dışılıkları, bütün düzensizlikleri, bütün musibeti kişiliğinde cisimleştiren, üstelik şehir kadar yerleşik, hatta belki Yenişehir’den daha yerleşik ve otantik bir dünyaydı. 60’larda tükenmeye başlayan futbolcu-yönetici-taraftar içiçeliği Hacettepe’de dimdik ayaktaydı. Takım mahallenin milli takımı gibiydi, taraftar kitlesi mahallelinin tamamıydı. Hacettepe taraftarı Astsubay Sinan Dıraz, Harp Okulu boru takımından toparladığı müzisyen askerleri önemli maçlara getirip tribünü şenlendirirdi. (Herhalde lâf atma davasından çıkıp şehir sath-ı mailine yayılan Harbiyeli-Hacettepeli kavgasından önce olmalı bu...) Maç sloganlarının henüz “yayaya şaşaşa”dan ileri gitmediği bu dönemde “onikinci adam” vasfı en bariz olan taraftar, Hacettepe’ninkiydi. Bu “onikinci adam” vecizesinin mecazi anlamından düz anlamına dökülmesi olmayacak iş değildi. Mesela: 1962 senesinde Bursa’da yapılan baraj maçlarında Hacettepe 1. Lige çıkabilmesi için 1 puanın yeterli olmasına rağmen Demirspor’a karşı son onbeş dakikaya girilirken 2-1 mağlup durumdaydı. Birdenbire tribünde arbede çıkınca (çıkarılınca) hakem Faruk Talu maçı durdurup takımları sahanın ortasına davet etti. Maç tekrar başladıktan bir-iki dakika sonra, solbekten solaçığa çıkan Yılmaz Susak beraberlik golünü atıp Hacettepe’yi kurtardı. Takımın eski kalecilerinden Orle İhsan, yakın çevresine ve meraklılara, takati kesilen takım toparlansın diye tribünde kasten kavga çıkarttıklarını anlatacaktı. Hacettepeliler hele kendi sahalarında rakiple ilgili bir tezahürat duymayı katiyyen istemezler, gerekirse ‘müdahale’ ederlerdi. Bir küçük sataşma bile, mahallenin şerefi adına topluca kavgaya girmek için yeterli vesileydi. (Biraz da “gönül hoş sohbet ister kahve bahane” meselesi...) Kavgacılık içe de dönebiliyordu pekâlâ. 60’lı yıllarda kendi adını taşıyan yeni hastane ile mali yakınlaşma içine giren takımın ligde kötü günler geçirmesi, camiayı “Doktorlar”a karşı bilemişti. Bir maç esnasında, kapalı tribünde, 75 kilo milli boksörü Yılmaz Durgun “ulan doktorlar takımı batırdınız!” diye söylenip duruyor ve kalp mütehassısı Dr. Mehmet Tekdoğan’ın sık sık arkaya dönüp “Yılmaz sus” demesinden de tınmıyordu. Yılmaz Durgun her kötü pasta, yenen her çalımda, her bacak arasında ağzına geleni sayıp abartınca, Doktor dayanamayıp arka sıralara fırlayarak racona uymayan milli boksörü iki seksen yere sermişti. Yine racon icabı, arkasından Yılmaz’ı arabasına attığı gibi hastaneye götürecek, pansumanını bizzat yaptıktan sonra maça geri getirecekti. Fark buradaydı işte: Ankaragücü taraftarı da kavgacıydı, ‘plebyen’di ama onlar daha ‘kozmopolit’, ‘başıbozuk’ bir kitleydi; Hacettepe’ninkiler ise organik bir topluluk, bir cemaatti ve kabadayılıklarının, bıçkınlıklarının raconu vardı.


Bu kendine mahsus camia, bu Hacettepe takımı, mahallesiyle birlikte battı. İhsan Doğramacı’nın hastane projesi, başkentin huzurunu kaçıran Hacettepe’yi tedip hatta tenkil harekâtına dönüştü. Tüm mahalle istimlâk edilip meskunlar ‘dağıtıldı’. Hacettepeliler doğup büyümedikleri, asla mahalleleri gibi sevemeyecekleri yerlere saçıldılar. Tacettin Camii ile Mehmet Akif’in İstiklâl Marşını yazdığı dergâh dışındaki bütün evler yıkıldı. Kulübü Türkiye’nin Arselali yapacağını söyleyen Doğramacı’nınHacettepe Hastanesi, mahallenin enkazının üzerinde yükseldi. Hacettepe’nin son maçta Şekerspor’a karşı averajla kaybederek 2. Lige düştüğü 1968, istimlâkin yoğunlaştığı bir seneydi. Muhiti telef edilince Hacettepe’nin de can damarları tıkanmıştı. Daha beterini ilerde 80’li/90’lı yıllara gelince göreceğiz.


Futbolun zaten bütün ülkede henüz “endüstri” haline gelmediği bu dönemde, Ankara profesyonel kurumlaşmanın anaokulu seviyesindeydi. Takımları çalıştıracak “hoca” sayısı bile mahduttu. Asker kökenli Sabahattin Erman, Hüseyin Burhan, hakemlik de yapan Yoğurtçu Mehmet, milli atlet Cahit Önel, milli takım hocalığı da yapan Sabri Kiraz ve arada sırada yolu düşen birkaç yabancı hoca dışında pek fazla seçenek yoktu. Gençlerbirliği’ni uzun yıllar Hasan Polat ve Orhan şeref antrene etmişlerdi. Antrenman denilen, biri koşu biri şut-maç çalışması olmak üzere haftada iki gündü. Hiçbir takımın kendine ait tesisi yoktu. 19 Mayıs dış sahaları, Hipodrom ve çeşitli çayırlıklardan yararlanıyorlardı. Milli Ligin yurt sathına yayıldığı 60’ların ikinci yarısından önce takımların gelir kaynaklarından biri, Anadolu’dan gelen maç teklifleriydi. Samsun, Trabzon, Adana demeyip takım üç kuruş paraya dolaştırılırdı. Çoğu zaman otobüs bile olmadan altı-yedi `taksilik’ konvoyla seyahat edilirdi. Takımlara az buçuk gelir sağlayan bir başka kaynak, düzenlenen “gece”lerdi. Genellikle Büyük Sinema’da Hamiyet Yüceses, Semahat Ergökmen, Zehra Bilir, üstad Kemani Necati Tokyay ve Naci Tektel’in sahne aldığı programlara sembol olmuş futbolcular da katılıyor ve epey para toplanıyordu. 1950-70 döneminde malzeme temini bile sorunluydu. Takımların formaları kulüplere yakın kişilere, Kamspor, Floryaspor gibi firmalara diktiriliyor, ayakkabılar Ali Karaduman gibi sayılı meslek erbabına sipariş ediliyordu. Galibiyet primi ancak önemli maçlarda ödenirdi. Olağan prim uygulaması, maç sonrası takımı topluca yemeğe götürmekti. Bu müstesna kutlamalar için tercih edilen mekânlar Karadeniz Lokantası, Çiçek Lokantası, Karpiç, Anadolu Kulübü idi. Takımlar deplasmana gittiğinde ise genellikle devlet müesseselerinin tesislerinde kalırlardı. 1957’de Sümerbank’la yakınlaştığında Hacettepe de bu avantajdan yararlandı. Yoksa tanıdık vasıtasıyla bulunmuş ucuz otellere `iniliyordu’. İstanbul takımları ise Ankara’ya geldiklerinde önceleri bugün yıkılmış bulunan Belvü Palas’ta, Turist Otel’de, daha sonraları ise Stad Oteli’nde, yani en mutena yerlerde kalıyorlardı.


Bir de Avni Bulduk müessesesi vardı (daha doğrusu, Angaralıların fiili çekimiyle söylersek: varmıştı). Otelci Avni Bulduk’un Güneşspor’u, Milli Lige çıkamasa da özellikle yetiştirdiği genç futbolcularla son derece önemliydi. 70’lerde bir süre Gençlerbirliği’nde de yöneticilik yapan Avni Bulduk, genç futbolcuları tarıyor, onlarla bizzat tek tek ilgileniyor, Ankara’nın Milli Ligdeki takımlarına geçirtip “adam ettikten” sonra iyi paralara İstanbul’a satıyordu. 50’li yılların ikinci yarısından 60’ların sonlarına kadar şehrin kalburüstü bütün oyuncuları Avni Bulduk tezgâhından geçmişlerdi. 60’larda Bulduk’un `mallarını’ sergilediği en iyi vitrin PTT’ydi. 70’lerde, göreceğimiz gibi Ankara’yı tekbaşına temsil eden Ankaragücü bu işlevi devraldı. Muzaffer Sipahi, Ziya şengül, Yavuz şimşek, Yaşar Mumcu, Altın Çocuk şükrü Birant, Tuncay Temeller, Zafer Göncüler, Selçuk Yalçıntaş İstanbul’a, prensip olarak da Fenerbahçe’ye giden Ankaralı yıldızlardan en bilinenler. Demirsporlu Muzaffer Sipahi Galatasaray’ın -şaka değil sahiden- lord endamlı bir kaptanı olacaktır. PTT’li Yaşar Mumcu Fenerbahçe’ye geçerken 200 bin lira gibi bir parayla zamanının en büyük transferini yapmıştı. İstanbul’a gidenlerden Ankara’ya dönen de pek olmadı. 50’lerin başında Hacettepe’den Galatasaray’a giden Tayyar-Cici Necdet-Sedat üçlüsünün birkaç yıl sonra `mahallenin’ takımına dönmesi hoş bir istisnaydı sadece. Ankara’ya göçen İstanbullu topçu ise yok denecek kadar azdı. Bir istisna: Galatasaray Genç Takımından Ankara’ya transfer olup şekerspor ve PTT’de kalecilik yapan Metin Türel. Türel daha sonra memleketin en kıdemli futbol hocalarından oldu - 70’lerden beri takım çalıştırıyor, bu arada 1995-96 yıllarında Gençlerbirliği’nin 90’lardaki “rüya takım”ına da coach’luk etti.


Ankara takımlarının 50’li yıllarda sağlam durup 60’larda gevşemeye başlayan töresi, oyuncuların çoğunluğunun Ankaralı olmasıydı. Takım kaptanı kesinlikle Ankaralılardan seçilir, yöneticiler zor zamanlarda fedakârlık istemek için Ankaralı topçularla özel surette konuşurlardı. Ankaralı futbolcu, ancak para ve “imkânlar” çok iyi olduğunda takımını terkederdi. “Takım ruhu” ayaktaydı. şövalyelik ruhu ayaktaydı. Delikanlı ruhu ayaktaydı. Her türlü “ruh” ayaktaydı. Ankaragücü’nde oynayan Hacettepeli Nevzat Koca’nın mahallesinin takımına karşı elde edilen galibiyetin elli liralık primini koklayarak “Hacettepe kokuyor” diye kahvede kurulup oturması karşısında, mahalleli futbolculardan İmam Abdullah ile Kaptan Sami gıklarını çıkarmadan köşelerinde ağlamışlardı. Aynı Sami, hocası Sabri Kiraz’la anlaşamayarak takımdan ayrılınca, Hacettepe’ye karşı oynamamak ama Ankara’dan da kopmamak için ikinci ligdeki Petrolofisi’ne gidecekti. O vakitler milli takıma oyuncu vermenin romantik anlamı büyüktü; Ankara’nın futboldaki cakası, A milli takıma seçilen Ankaralı oyunculardı bir de: Gençlerbirliği’nden Zeynel Soyuer (“Rüzgârın Oğlu Zeynel” - 1961’de), Abdullah Çevrim (1962), Burhan Tozer (1969), şekerhilâl’den Cahit Dikici (1961), Ankaragücü’nden Coşkun Ferman (1965), Ertan Adatepe (1962), Demirspor’dan Muzaffer Sipahi (1962), Hacettepe’den Onursal Uraz (1964), PTT’den Yaşar Mumcu (1965)...


[Tanıl Bora ile birlikte Kebikeç dergisine (2000/9) yazdığımız aynı başlıklı yazıdan bir bölüm]




                                          bu hikayeyi izle izlet

kabadayıların ve futbolun favelası hacettepe

         Kabadayıların ve futbolun mahallesi: Hacettepe

(...) Mahalleli, bahar ve yaz aylarında Mamak, Kayaş ya da Gazi Orman Çiftliği gibi Ankara’nın nadir bulunan yeşil alanlarına giderek topluca eğlenmekte, piknik yapmaktadır. N.Ö. Hanım bahar zamanı akşamdan hazırlanan nevaleler ile daha çok Kayaş tarafına gidildiğini anlatıyor:

Ocaklar kurulur, ızgara yapar, yerdik. Herkes yan yana oturduğu için yapılanlar paylaşılırdı, ip atlanırdı. Erkekler biraz fazla içtikleri için hava kararmadan dönülürdü. Her pazar değişik insanlarla ahbaplık ederdik, konuşur, vakit geçirirdik.


Çiftlik ya da Çubuk’a gitmenin zaman ve para açısından oldukça yüklü bir maliyeti vardır. Ankara için büyük bir yenilik olan (ve rağbet gören) Çiftlik’teki Marmara ve Karadeniz Havuzları delikanlılar ve erkek çocuklar için bulunmaz bir eğlence yeridir. Hacettepeli çocuk-gençlerin Ankara çevresindeki çaylar ya da Gölbaşı’na yüzmeye gittikleri de anlatılanlardan anlaşılmaktadır. M.C. Beyin ifadesiyle

Pazar günü ya trenle gidilirdi, trenyolu üzerine, ya Gazi Orman Çiftliği’ne, ya Saimekadın, Mamak, Kayaş’a, oralar, trenyolu üzerinde. Bağlık, bahçelik yerlerdi. Milletin piknik yapacağı yerler olurdu. En güzel Kayaş’la, Çiftlik’ti o zaman. Karadeniz yüzme havuzu vardı. Oraya girerdik. Pazar günü pek gitmezdim çok kalabalık olurdu. Gittiğimde de böyle tadını alamazdım yani. Elini atsan birine çarparsın o şekilde. Çok yüzen olurdu. Bayan hiç olmazdı. Yani beş yüz kişi yüzüyorsa havuzda, bir tane bir bayan gelse, hemen toplaşırdı millet.


Yazları açık hava sinemaları, kışlarıysa kapalı sinemalar önemli eğlence olanaklarındandır. Aileler Türk filmlerini gençler ise kovboy ve macera filmlerini tercih etmektedirler. Kadınlar için kadın matineleri/seansları düzenlenmektedir. Sinemalarda özellikle hafta sonları “devamlı” seanslar gösterilmekte, salonlara dışarıdan yiyecek-içecek getirmek serbest tutulmaktadır. Çocuklukla delikanlılık arasında gidip gelen erkeklerin en büyük eğlencesi ise geceleri, ceplerine doldurdukları bir avuç leblebiyi meze ederek Hacettepe Parkı’nın kuytularında ya da fidanlığın içinde (daha ucuz olduğu ve su, bardak, buz vs. ile törensel bir hava yaratmaya gerek kalmadığı için) şarap içmek, uzaktan uzağa duyulan, Esenpark Gazinosu’nda çalan müzikleri, söyleyen şarkıcıları dinleyerek demlenmektir. S.D. Bey Hacettepelilerin hayatında Esenpark’ın radyo kadar etkili olduğunu düşünmektedir:

Müziği belki radyodan daha çok Esenpark’tan çalan Türk Sanat Müziğiyle dinlemişizdir. Radyodan belki beş misli daha fazla Esenpark’tan gelen müzik sesiyle kulaklarımız doldu. Gönül Yazar’lar, Hamiyet Yüceses’ler, gelmiş geçmiş, isim yapmış, şöhret sahibi olmuş kişiler Esenpark’ta muhakkak şarkı söylemiştir o dönemlerde. Öyle ki, mesela yaz günü çoğu mahalleli evinin bahçesinde, damında yatar. Sabaha kadar, kapanıncaya kadar dinlerdi.


Gençler müzik dinleyip genellikle şarap içerken kimileri esrar da sarmaktadır. Mahallede esrar satılmasa da, mahalleli esrar satıcıları vardır. Esrar bulmak bu sebeple çok zor değildir. Rakı içmek ise geniş zamanda kendine özgü kuralları içermektedir. Biraz daha paralı olmayı, mezeyle, demlenerek, yavaş içmeyi gerektirmektedir. Bentderesi, İsmetpaşa ya da Samanpazarı-Hamamönü çevresindeki lokantalar ve içkili yerlerde çoğunlukla rakı tüketilmektedir. Mahallenin delikanlıları için buralarda içmek, oradan pavyonlara geçerek devam etmek “büyümenin” “ben buradayım” demenin-kişiliğin göstergesidir. M.C.Bey’in ilk gençliğine ait evden-tanıdıklardan saklayarak yaşadığı içki serüveni çoğu Hacettepeli gencin başından geçmişe benzemektedir:

[Meyhaneler] Bize pahalı gelirdi, onun için biz tutar bir şişe şarap alırdık, onbeş yirmi kuruşluk da leblebi alırdık. Bir de mum alırdık, lamba falan yok. O eski havuzlar falan vardı, onlar çalışmıyordu, kuruydu. Hatta onun fıskiyesinin üstüne mumu da yakardık. Öyle oturur çekerdik kafayı. Esenpark’ın müziği gece bile, bizim evden bile duyulurdu. Onu içerdik, ondan sonra ordan yürüyerek Gençlik Parkı’na giderdik. Gençlik Parkı’nda bu gazinomsu şeyler falan var. Tabii biz giremezdik. Sahnenin arka tarafına oturur, hadi orda birer şarap daha alırdık, orda hem müzik dinlerdik, hem kafayı çekerdik. Çubuk Şarabı, Tekel’in çıkardığı. En ucuz oydu. En pahalı Kavaklıdere’nin falan şaraplarıydı. Rakının işi uzun olduğu için, sulu mulu, daha büyüdükten sonra, lokantalara gitmeğe başladıktan sonra rakı içtik.


S. Bey içki içmenin bir tür zorunluluk olduğunu, neredeyse delikanlılığın göstergesi olarak anlaşıldığını belirtiyor:

İçki içmek Hacettepe’nin ruhunda vardı. Yüzde 80’i içerdi. İçmeyen de içerdi. İçmiyor demesinler diye içerdi. İçmesini bilmiyor demesinler diye içerdi. Yani belki zevk almıyordu ama içiyordu.


Mahallede kadın-erkek ilişkileri oldukça sorunludur. Dışarıdan herhangi birinin mahallenin kızlarına yaklaşması – söz konusu kız bu konuda gönüllü olsa bile – imkânsızdır. Mahalleden birisiyle flört eden bir genç kız ise – ki bunu gerçekleştirmek çok zordur – onunla evlenmek zorundadır. Flörtün tabu olarak görülmesine rağmen, mahallenin delikanlıları bir kız için aralarında kavga ederek birbirlerini yaralayabilmektedirler. Aynı durum mahallede yaşayan bir kadını kendisine “dost” edinen kabadayılar için de söz konusudur. Ancak bu tür vakalarda rakibin akıbeti ölümle sonuçlanabilmektedir. Mahallenin içe dönük baskıcılığı ve ahlakçılığı, yaşanan yılların koşullarıyla eşlenerek ifadelendirilmektedir: “O zamanlar değil Hacettepe’de, hiçbir yerde kadın-erkek ilişkisi-flört, şimdiki gibi mümkün değildi”. Oysa yaptığımız görüşmelerde aynı insanlar Bulvar’da kız arkadaşlarıyla “turlayanları”, “muhallebi çocuğu” olarak adlandırabilmektedirler. Mahallenin baskıcılığı yanında erkek-merkezli bir hayatın sonucudur söylenenler. Bir kızla birlikte görünmemeyi istememek, (hele onunla evlenecekse) kızın namusuna halel getirmemek kadar başka erkeklerin gözünde kadınsı bulunmaktan korkmaya da bağlıdır. Mutlaka “sert” olunmalıdır.

Görüşmecilerin mahallenin namusu ile ilgili anlattıkları çok sayıda hikâye vardır. Hacettepe parkında kız arkadaşıyla “anormal hareketler” yapanlar veya yakındaki Öğretmen Okuluna “kızlar” için gelenler mahallenin delikanlılarının tepkisini çekmektedir. Görüşmecilerden S.D. Bey çocuk yaşında kendisine yaptırılan oyunu anlatır:

Birisi şöyle evlere bakarak gitti mesela. Belki evin mimarisini beğendi, kim bilir? Ama bakmakta ısrar ederse, yine aynı tarafa doğru bakarsa yandı! Bana [Şarlo’nun Yumurcak filminden ilhamla] “Kiti” derlerdi. Kiti, git lan, şu adama bir tekme at, küfret bizim yanımıza doğru kaç derlerdi. Giderdim, küfrederdim, kaçardım. Vay kerata diye hamle ettiği an biterdi. Vay sen utanmıyor musun küçücük çocuğu kovalamaya. Bir güzel döverlerdi.

Dövmekten fazlasını da yapanlar olmuştur. Hacettepeli Lütfü Yanar’ın Dündar Kılıç ile ilgili olarak anlattığı bir hatıra oldukça “serttir”: “1956 yılında bir gün taksiyle mahalleye gidiyoruz. Dündar taksiyi durdurdu. Kız kardeşi Asiye kaldırımda yürüyor, birisi de peşinden gidiyor. Taksiden indik, Dündar görünmemek için arkasını döndü, bana: ‘Git bir bak, bizim kız yüz veriyor mu, yoksa oğlan mı asılıyor’ dedi. Gittim biraz izledim, Asiye hızlı hızlı yürüyor, peşindeki ise asılıp duruyor. Dönüp durumu anlatınca Dündar koşup oğlanın yolunu kesti. ‘Görmüyor musun, kız sana yüz vermiyor, daha ne peşinden gidiyorsun?’ dedi. Oğlan ‘Sana ne?’ gibilerinden diklenecek gibi olunca Dündar, ceketinin mendil cebinden bir şey çekti. Ustura mı bıçak mı hatırlamıyorum ve bir vuruşta oğlanın kulağını kesip eline verdi” (...).

Sanki Viran Ankara
, Der. Funda Şenol Cantek, İletişim Yayınları



not1: Fotoğraf Ellili yıllarda çekilmiş, Hacettepe Parkında en yakışıklı halleriyle poz veren mahalleli gençlere ait.