HACETTEPE’NİN YAŞAYAN ANSİKLOPEDİSİ: LÜTFÜ YANAR
19.12.2012 Milliyet-Ankara Gazetesi
SÖYLEŞİ...
Belki de ‘Son Hacettepeli’ diyebilirdik.
Hacettepeliliği’ni, aynı heyecanla yaşayanı kalmadı çünkü. Eski Hacettepe’yi,
tüm ayrıntılarına kadar anımsayıp, anlatabilen ve anlatmaya devam eden ‘Son
Hacettepeli’. Hiçbir Ankara takımının maçını kaçırmayan, hepsine mor-beyaz
kravatı ve kaşkolüyle katılan, mahallesi içine sinmiş bir Hacettepeli.
Hacettepespor’un maçlarında, yaptırdığı koca bez ilanı açarak takımı tek başına
ateşleyen taraftar. Liseden sonra İmar ve İskan Bakanlığı’nda araştırma
teknisyeni, 1980’le 2008 arasında turizm ve inşaat işleri yapan arkadaşının
şirketinde müdür. Arkadaşın, Hacettepelisi, vefalısından. DSP kurucusu, CHP’de
görevler almış, Atatürkçü Düşünce Derneği’nde saymanlık yapmış.
Hacettepespor’da hem futbol oynamış, hem yönetici olmuş. Kendisinden sonra
yaşatılamayan Hacettepeyi Sevenler Derneği’nin kurucusu. Mahallesinden kalanı
dolaştık, ‘Son Hacettepeli’yle.
Hacettepespor Lokali'nin bugunkü hali |
Karacabey Hamamı’nı karşınıza alınca
solda yıkılmış, yerinde yeni onarılan ve düzenlenen evlerin olduğu eski
Hacettepespor Lokali’ni yerini öğrenerek başladık. İnci Sokak’ta, babasını
şikayet ettiği Dumlupınar Karakolu, karşısında İlhan Cavcav’ın yıkılmış
evlerinin küçük arazisi. Yeşilağa Camisi, yanında hala duran çirkinleştirilmiş
eski fırın. Sarıca Sokak’tan dolanıp, yeniden Talatpaşa Bulvarı’na indik.
Hacettepe Sevenler Derneği’nin yerinde, Hamamönü Meydanı’nda, yeni yapılan saat
kulesi var. Tacettin Dergahı önündeki çimliğin, Denizciler Caddesi’ne
taşınmadan önce Yeğenbey Vergi Dairesi’nin ilk yeri olduğunu öğrendik. Sohbet
için Hacettepe Kahvesi’ne baktık, kalabalık. Eski Hacettepespor fotoğraflarının
sergilendiği, adı ‘C’ ile yazılan Cafe Arkadaş’a geçtik. Sobasının sıcağında
sohbete başladık.
Ali İnandım- Hacettepe neresi o zamanlar?
Lütfü Yanar- Hacettepe, bugünkü Çocuk Hastanesi’nin
olduğu yerden Samanpazarı, Kurtuluş ve Sarıkadın dediğimiz sokak arasındaki
bölgeye deniyordu. Biz, Hacettepe Camisiyle Karacabey Camisi civarına ‘Hacettepe’
derdik. Şimdi adı Hamamönü ama bizim zamanımızda Hamam’ın arka taraflarına
Hamamönü denirdi.
Cafe Arkadaş... Arkamızda Hacettepespor arşiv fotoğrafları |
- Burada, Hacettepe dediğimiz yerde merkez
tam neresiydi?
- Bizim toplandığımız yerler; şu anda
Hacettepe Üniversitesi içinde Yapı İşleri Müdürlüğü var. O müdürlüğün olduğu
yerde bir cami ve bir meydan vardı. Bakkalımız, manavımız, kasabımız,
kahvelerimiz hep o meydandaydı. O kahvelerden birini de Kabadayı Mehmet
çalıştırıyordu. Dumlupınar Caddesi’nde, Erzurumlular
Mahallesinde, Yağcı Fehmi dayının Erzurum Kahvesi var. O kahve eskiden
Hacettepeliler’in toplanma yeriydi. Onun karşısında da Çiçek Sineması vardı. O
sinemanın işletmecisi Abdullah Özgörür’dü. Ankara’daki bütün yazlık sinemalar
onundu ve aynı zamanda kulüp başkanımızdı. Taa ki 1954’e kadar Mustafa Demireli’yle
görev değişikliği yapana kadar. Çok iyi futbolcular, muazzam bir abi-kardeş ve
Hacettepelilik duygusu vardı. Hacettepespor’un en büyük başarıları,
Hacettepe’de doğmuş, büyümüş, yaşamış insanlarla gelmiştir.
- Şu anda bu anlattığınız merkez yok öyle
mi?
- Yok.
Sobanın sıcağı sıcak ama kahvenin
uğultusu ve okey taşları, ses kaydımızı bastıracak düzeyde. Sakin bir yer
bulmaya kalkıyor, Sarıkadın Sokakta, zamanın en meşhur sünnetçisi Hamza’nın
evinin önünden, Mehmet Akif Ersoy Edebiyat Müze Kütüphanesi’ne iniyoruz.
Kütüphanede, sakin bir oda buluyor, sıcak misafirperverlik eşliğinde,
sohbetimize devam ediyoruz.
- Sürekli bir çekişme, gerginlik hali
varmış Hacettepe’nin.
- Suç oranı yüksekti ama Cumhuriyet’ten
sonra gelenlerin, Ankara’dan pay koparmaya çalışmasından kaynaklanıyordu.
Genelev işletmekle başladı, Hacettepe sokaklarında yer edinmeye çalışmalarıyla
tırmandı sürtüşme. O yüzden bitmezdi kavga. Atıfbey, Altındağ, 11 Ateş,
Yenidoğan gibi takımlar kurdular. Bunların Hacettepespor’la maçları, hep kavgalı olurdu. O kavga, mahalleye
yansıyordu.
Hamamarkası'nın zamana direnen evleri |
- 1950’lere kadar o günlerde aklınızda
kalan olay ne var?
- 1948-49 sezonunda,
Gençlerbirliği-Beşiktaş maçında Hasan Polatkan’la Baba Hakkı’nın, kavga
ettiklerini, birbirlerini kovaladıklarını, Ali Polat’ın, Hakkı Yeten’e tokat
attığını, sahanın karıştığını hatırlarım. Antrenmanlar Cebeci Çayırı’nda
olurdu. Maçlar Ankaragücü stadında ya da 19 Mayıs Stadı’nın yanındaki kömürlük
dediğimiz sahalarda oynanırdı.
- Niye kömürlük?
- Çamur olmasın diye kömür kırıntıları dökerlerdi
o sahalara, kum filan yoktu. O zaman Stadspor vardı, Kömürspor vardı,
İstasyonspor vardı, onlarla yapılırdı maçlar.
Hacettepe’nin tarihine giren, 3 efsane
isme değmeden çıkamazdı o sayfalardan:
- Mahalleden anımsadığınız?
- 1950 öncesi Kabadayı Mehmet, Sarı Veli,
Karagöz Kemal’i anımsıyorum. Sarı Veli dışındakilerle sonra ailecek de
görüşüyorduk. Veli abiyi çok erken, 13 Kasım 1951 yılında kaybettik.
- Kaç yaşlarındaydı?
- 26-27 yaşlarında.
- Ölümüne sebep?
- Bunlar, kardeş gibi beraber büyümüşler.
Bütün sorunlarını beraber çözmüşler. İyi günde kötü günde beraber olmuşlar.
Fakat günün birinde Mehmet abi, birini yaralamaktan dolayı hapse girdi. Altın
kabzalı tabancasını, Veli abiye bırakmış. Hapisten çıkınca tabancayı istemiş,
Veli abi de sattım mı demiş, kaybettim mi demiş, öyle bir şey olmuş. O sırada
Veli abi de bir kahve açmış. Parasını isteyince “ Ya Mehmet, biz seninle
kardeşiz, parası yok ama bu kahveyi açtım, gel bu kahveye ortak ol” demiş.
Sonra Mehmet abi, ortak olmasına rağmen kahvenin bütün hasılatını alır, Veli
abiye bir kuruş para vermezmiş. Veli abinin gücüne gitmiş ama o da emanete
ihanet etmiş gibi algılanınca ses çıkaramamış. Bir de arada getir-götürcüler
var. Onlar da “Kabadayı Mehmet seni vurmak istiyor” diyor, diğerine gidiyor
“Seni takip ediyor, vuracak” diye laf taşıyorlar. Bir gün sözleşiyor, Fehmi
dayının kahvede buluşuyorlar. İçeriye girip de Veli abinin sandalyeden kalkışını hamle yapıyor zanneden
Mehmet abi, silahını cebinden çıkarmadan ateş ediyor, kasığından vuruyor Veli
abiyi. Ondan sonra da Kabadayı Mehmet girdi, uzun süre yattı içeride. Can
arkadaşını vurduğu için büyük pişmanlık duydu yıllarca. Bir de Mehmet abinin
futbolla pek ilgisi yoktu ama boks maçları yaparlardı.
- Kendi aralarında mı?
- Yo yoo, lisanslı boksörlerdi.
- Üçü de mi?
- Tabi tabi. O zaman Harbokulu’nda
yapılırdı boks maçları. Antrenmanları da orada yaparlardı. Üçü de müsabakalara
katılmış, şampiyonluklar almıştı. Çiçek Sineması, Harbokulu, tenis kortunda
olurdu maçlar.
- Bu bölgenin ünlüsü onlar mıydı?
- Kabadayısı, saygı gören, çekinilen… Bir
de şunu söyleyeceğim; ‘kabadayı’ dendiği zaman işi, gücü olmayan serseri,
başıboş kişiler değil bunlar. Hepsinin bir mesleği vardı. Mesela Kabadayı
Mehmet matbaacıydı. Sarı Veli fotoğrafçıydı. Karagöz Kemal, taşımacılık
yapardı, kamyonları vardı. O dönem Hacettepe’de futbol oynadı. Bir ara gitti,
Demirspor’da oynadı.
Sarı Veli(solda)ve Karagöz Kemal |
- Bu işleri yaparken mi oynuyor futbolu?
- Tabi tabi. Muazzam bir insandı. Babası Hayali
Küçük Ali olduğu için Hacıvat Karagöz oyunlarında da babasına destek olurdu.
Hatta sonradan Hacıvat-Karagöz figürlerini deve derisine işleyip, dünyanın
çeşitli ülkelerinde sergilere katıldı. Yunanlılar’ın, “Hacivat-Karagöz
bizimdir” dediği günlerde Kemal abi, Avrupa’nın değişik ülkelerinde, “Hacivat -
Karagöz bizimdir” demek için katıldığı sergilerde epey uğraş verdi.
Mehmet abi, Veli abinin olayından sonra
hapse girdi. Çıktıktan sonra araya Kürt Cemali olayı girdi. Birgün, İtfaiye Meydanı’nda Mehmet abinin
çalıştırdığı kahvede, Kürt Cemali’yi öldürdüler. 1 Nisan günüydü yanlış
hatırlamıyorsam. Kürt Cemali’nin yeğenleri de intikamını alacağız diye aynı gün
öldürmeyi düşünmüşler.
- Kabadayı Mehmet mi öldürmüş?
- Onun mekanında olduğu için öyle düşünmüşler.
Sonradan kimin yaptığı belli olmadı çünkü. Dündar Kılıç ta vardı işin içinde.
Dündar’ı öldürmeye kalktılar, Dündar İstanbul’a gitti, yerleşti. Orada adliyeyi
bastılar, Dündar’ı vurdular, Dündar, tabancayla ateş etti, onlardan birini
öldürdü, birini yaraladı.
- Cinayeti kimden biliyorlar?
- Kabadayı Mehmet, Dündar Kılıç ve bir de
‘kocakafa’ ya da ‘at kafa Yalçın” dedikleri bir çocuk vardı, bu üçünden
şüpheleniyorlardı. Dündar İstanbul’a gidip, kurtulunca bir 4 Nisan günü Kürt
Cemali’nin yeğenlerinden biri, Kabadayı Mehmet’e arkadan yaklaşıyor, tabancayla
birinci kurşunu ensesine, ikincisini, döndüğü zaman ağzına sıkıyor.
- Kaç yılıydı?
- 1964 olması lazım. Ama Kemal abi, bu tür
olayların hiç içine girmedi. Dört dörtlük biriydi. Hatta o günün bütün
partilerden politikacıları, Kemal abiye gelip, milletvekilliğinden, belediye
başkanlığına kadar teklifte bulundular ama Kemal abi, istemedi, girmedi de.
Efendi, temiz, dürüst, kendine özgü kuralları olan çok güzel bir insandı. Halen
de öyle. Hanımı Çanakkaleli’ydi, sonradan gitti oraya yerleşti. Kilitbahir’de
oturuyor. Birkaç yıl önce telefonum çaldı, “Lütfü, Rıza Doğan ölmüş, duydun mu”
diye Kemal abi aradı. “Yok abi” dedim” öyle bir şey olsa haber verirler bana.”
Biliyorsunuz Rıza Doğan Dünya Grekoromen Güreş Şampiyonu’ydu. Mahallemizin
çocuğu, Hacettepe Kulübünde güreşirdi. Aradım evini, doğruymuş. Yani
Çanakkale’de oturuyor ama aklı fikri Ankara’da. Ankara’daki dostlarıyla
herkesle haberleşiyor. Halen 15 günde bir haberleşir, konuşuruz.
- Kaç yaşlarında?
- 88 var. Araba kullanıyor hala, akli
melekeleri yerinde. Size söylemiş miydim; 1934 yılında Soyadı Kanunu çıkacak,
Atatürk, babası Hayali Küçük Ali’ye, “Ali bey, siz çok sevilen bir insansınız.
Gelin soyadınızı ‘Sevilen’ koyalım” diyor. Ali Muhittin Sevilen oluyor adı.
Kemal abininki de Mehmet Kemalettin Sevilen’dir. Kemal abilerin soyadını,
Atatürk koymuştur. Çanakkale’de, evlerinin içinden tutun, halı, kilim,
çiçekler, lambalarına, elektrik düğmelerine kadar hepsi istisnasız
mor-beyazdır.
- Geliyor mu peki Ankara’ya?
- Yok çünkü Ankara’da pek kimsesi kalmadı.
Hamamarkası'nın direnemeyen evleri |
- Peki Hacettepe, ne zaman bozulmaya
başladı?
- 1956-1957’lerde Çocuk Hastanesi için
istimlaklar başlayınca. İstimlak olunca verilen parayla ev alamayanlar, perişan
oldu, dağıldı. O zaman başladı bozulma. İhsan Doğramacı, “Hacettepespor’u,
Arsenal yapacağım” diye gelmiş, kulüp yönetimine bir sürü doktor girmişti.
Hacettepespor Arsenal olamadı. İstimlaklar için mi yönetime girmişlerdi acaba?
Çıktık,
Sarıkadın Sokak’tan Kurtuluş’a doğru yürümeye başladık. “Sana Çiçek
Sineması’nın yerini göstereyim” dedi Lütfü Yanar. O arada Rıfat Balaban’ın
evini, Çukur Bakkal’ı gösterdi birkaç anıyla. Hava kararmıştı. Arkamızda kalan
kahveyi gördüm, “Birer çay içelim, öyle ayrılırız” dedim. “Bakalım kim var tanıdık”
dedi. Mahalle onun, her köşede bir tanıdık çıkıyor. Çocukluktan arkadaşı
Beytullah Angür’le karşılaştı. “Ankara’nın, bahçeli, havuzlu, en lüks
kahvesiydi burası. Gara inen memur, ilk önce bu kahveye gelirdi” diye
anlattılar beraber. “Ha” dedi Lütfü Yanar, “Sarı Veli, şu köşede vuruldu
işte.” Kahveye girince sol arka köşe.
Kapıda, dibinde durduğumuz için, görmemiştim; tabelada yazan ‘Erzurum Kahvesi’ni. Yağcıoğlu Fehmi’nin, Hacettepeliler’in meşhur kahvesinde oturuyorduk.
Fotoğraflar: Şevket Yaman
Milliyet Ankara Gazetesi'ndeki sayfa: http://www.milliyet.com.tr
00000000000000000000000000000000000000000000000
Yarım Asır sonra bile unutulmadı!
1962 Yılında transfer olduğu Hacettepespor‘da iki sezon futbol oynayan, Balıkesir futbolu ve spor hayatındaki bayrak adamlardan biri olan Muzaffer Saran, 51 yıl sonra eski kulübünün jestiyle sevinç gözyaşları döktü.
Hacettepespor kulübü tarafında kendisine gönderilen kargoda kendileri için yaptıkları hizmete teşekkür edilen ve bir Hacettepespor forması gönderilen Saran, ”
Bir gün eve bir kargo geldi. Gönderen kısmına baktım Hacettepespor
Kulübü yazıyordu. Paketi açtığımda içinden Hacettepespor kulübü forması
çıktı. Bir de üzerine zarf iliştirilmişti. Zarfı açıp baktığımda, Kulüp
Genel Müdürü Burak Tüysüz’ün imzasıyla bir teşekkür mektubu gönderilmiş,
ekinde de şimdinin süper ligi olan Milli Lig’de Hacettepespor
formasıyla oynadığım maçların listesi, skorları ve benim oynadığım
süreler yazıyordu. O kadar mutlu oldum ki, anlatamam. 51 Yıl sonra bile
anımsanmak çok güzel bir duygu. Gözlerimden sevinç gözyaşları döküldü.
Sonradan öğrendim ki, Hacettepespor kulübü bu jesti tüm futbolcularına
yapmış. Bütün kulüplere örnek olan bu davranış için kendilerine teşekkür
ediyorum. Bu jesti yapan eski kulümümle iftihar ediyorum. Bana
hayatımın en güzel hediyesini verdiler. Sağolsun, var olsunlar” dedi.
HACETTEPESPOR KULÜBÜNÜN TEŞEKKÜR MEKTUBU
” Sayın Muzaffer Maran….Türk
Futbol Tarihi içerisindeki köklü ve saygın yerini her zaman takdirle
korumuş Hacettepe Spor Kulübümüz nünyesinde 1962-1963 yılları arasında
futbolcu olarak vermiş olduüunuz hizmetlerinizden dolayı sizlere şükran
ve Teşekkürlerimizi sunarız.”
KULÜP OLMAK İŞTE BU!
51 Yıl önce formasını giyen bir futbolcuyu anımsayarak bu jesti yapan Hacettepespor Kulübünü
biz de tebrik eder, köklü bir kulüp olmanın ne demek olduğunu bizlere
bir kez daha anımsattığı için kendilerine teşekkürü bir borç biliriz.
................................................................................................
okunmaya değer güzel bir yeni yazı
Ankara’nın kabadayıları nasıl yaşadılar, nasıl öldüler? Ne iş yapar, ne yer ne içerlerdi? Yakınlarındaki kadınlar kimlerdi? Ece Ayhan şiirine* dize olan Katır Cemile’nin hayat hikayesinden bir iz kaldı mı geriye? Sorularının ortak yanıtını bulmak umuduyla, doğma büyüme Hacettepeli Lütfü Yanar’la buluşmak üzere yola çıktım.
Ankara Seğmenler Kulübü’nün faaliyet gösterdiği Abidinpaşa köşkünün kapısından girdiğimde, elli yaş üzeri kalabalık bir grup erkek oturmuş, saz heyeti eşliğinde hep bir ağızdan türkü söylüyordu; “aman karpuz kestim yiyen yok/ aman halin nedir diyen yok/ yenile bir yar sevdim/ gözün aydın diyen yok…”
Eller ve ayaklarla tempo tutuluyor, yüzler gülüyor, birbiri ardına sıralanıyordu türküler; “mavi yelek mor düğme/ yine düştün gönlüme/ her gönlüme düşende/ kan damlar yüreğime...”
Yanına oturduğum Lütfü Bey kısa bilgiler veriyor bana; “Her Çarşamba burada toplanırız. Birlikte yemek yer, türkü söyler, sohbet ederiz. Mutlaka gelirim ben. Aksatmam. Bu eğlencenin adı ferfenedir.”
“Saz başlayınca söz susar”, yazdığı için duvarda, ferfene sonrasına erteliyoruz asıl sohbetimizi. Tezenenin hızı arttıkça daha da coşuyor sazın telleri, oyun havalarının kıvrak ritmi oturanları ayağa kaldırıyor.
Neden sonra, beyaz balıkçı yaka kazağını giymiş, elinde tespih, ara sıra bıyıklarını düzelterek yan gözle oynayanları izleyen İsmail Çali’’ye, “Sıra sende”, diyorlar. “Benim sazcım gelmemiş bugün, yıldızı herkes çalamaz ki” diye olmazlansa da, hatır gönül kıramayıp kalkıyor ve oyun nasıl oynanır, zarafet sözcüğünün anlamı nedir, ayakların ve ellerin ritmi nasıl güzelleştirir türküleri, iki kaşık bir orkestranın yerini nasıl tutar, hepsini bir bir gösteriyor bize İsmail Bey.
Saatler akşamüzerini haberlediğinde, haftaya çarşamba günü tekrar buluşmak üzere vedalaşarak dağılıyor topluluk. Hamamönü’ne gidip, restore edilmiş eski evlerin arasında dolaşırken, şu sözlerle tanıtıyor kendini Lütfü Yanar; “1938 doğumluyum. Hayatımdaki bütün eğitimi Hacettepe’den aldım. Buna üniversite üstü kariyer diyebilirsin. Ankaralı ve Hacetepeli olmaktan dolayı kendimi mutlu hissediyorum. Hacettepe Spor Kulübünde futbol oynadım, yöneticilik yaptım. Hacettepeliler Derneği başkanlığı yaptım.”
“Mahallemizi İhsan Doğramacı yok etti. Spor kulübümüzü Melih Gökçek yok etti. Mahalle kültürümüzü de Veysel Tiryaki yok etti. Biz Hacettepeliler 1957 istimlakından sonra Ankara’nın çeşitli semtlerine dağıldık. Şimdi ancak maçlarda bir araya geliyoruz.”
Son cümleyi söylerken, mor gömlekli, eflatun çizgili kravatlı Lütfü Bey’in gözlerine mor menekşelerin hüznü düşüyor. Sonrasında bir çayevinde oturuyoruz. O anlatıyor, ben dinliyorum. Ankara’da yaşanmış eski zamanlara gidiyoruz birlikte…
O zaman Nevzat Tandoğan’a, gençleri kavgalardan soyutlayıp daha güzel öğretilere, spora aktarmak için bir kulüp kurulması gerektiğini söylüyorlar. O gün için aralarında Fahri Kabadayı, Suat Kıymir adlı hukuk talebesi de dahil birkaç kişi bir araya geliyorlar ve 1945 yılında Hacettepe Spor Kulübünü kuruyorlar. Takımın mor menekşeler adı ise, 1936’da kurulan ve Ankara’nın ilk mesire yeri, parkı olan Hacettepe parkındaki havuzun ve Sıhhiye köprüsünün altına kadar uzanan alandaki on bir tane küçük havuzun kenarlarındaki mor menekşelerden geliyor.
Maçlara kabadayılar ve kadın erkek çoluk çocuk bütün mahalleli gelirdi. Maç heyecanı herkesi sarardı. Suat Kıymir Abimizin gülerek anlattığı güzel bir anısı var o günlere ait. Takım sahaya çıkacak, mor renkli bir forma yok. Ne yapsınlar? Anneleri, eşleri evde oturmuşlar, bütün formaları mor boyamışlar. Maçtan sonra soyunma odasına gidiliyor, formaları çıkarıyorlar ki, bütün vücutlar mosmor.
O zamanlar spor ayakkabılarını Karaduman yapardı. Kramponlu ayakkabılar çivilerle çakılırdı. Yürüdüğümüz zaman, bir süre sonra çiviler ayağına batar. Maçtan sonra çıkarırsın ki, kanlar içinde kalmıştır ayakların. O günkü amatörlük ve spor aşkı kalmadı şimdi.
Külhanbeyi ile kabadayıyı birbirinden ayırt etmek lazım. Külhanbeyler, günlük yaşayan, kavga çıkartan, hep bana diyen kişiler. Kabadayılar ise daima eziğin, garibanın yanında olmuştur. Hepsinin mesleği vardı. Sarı Veli fotoğrafçıydı, Kabadayı Mehmet mücellitti, Kemal Abi de nakliyecilik yapardı, kamyonları vardı.
Kabadayı Mehmet, genelevde emekli bir başçavuşu bıçakla yaralayıp hapse girince, altın kaplamalı tabancasını Sarı Veli’ye veriyor. Çıktığında, Sarı Veli silahı geri vermiyor. Kimisine göre sattım, diyor, kimisine göre kaybettim, diyor. Daha sonra Sarı Veli bir kahvehane açıyor ve Mehmet Abi’ye ortaklık teklif ediyor. Fakat Mehmet Abi de, madem ki benim tabancamın parasıyla açtın burayı, bütün hasılatı ben alacağım, diyor. Başkalarının da dolduruşuyla aralarındaki sürtüşme ve husumet artıyor. Kabadayı Mehmet en yakın arkadaşı olan Sarı Veli’yi öldürüyor. 13 Kasım 1951’de Veli Abi defnedildi. Mehmet Abi daha sonra mezarına gidip ağlamış…
Her gün hapishaneye yemeklerini, yeğenleriyle biz götürürdük. İzmit cezaevine nakledildiği zaman da buradan 18 kiloluk tenekelerle kavurmaları, bal, reçel, turşuları biz götürürdük yeğenleriyle birlikte. Parayı çok seviyordu Mehmet Abi. Kazandığını kendine harcıyordu. O yüzden de hiç dostu olmadı. Hapishaneden çıktığında, Kürt Cemali’nin 17 yaşındaki yeğeni öldürdü onu.
Kabadayı Mehmet Sarı Veli’yi öldürdüğü zaman, Veli Abinin hanımı hamileydi ve çocuğuna Veli adını koydular. Kürt Cemali öldürüldüğü zaman hanımı hamileydi. Mehmet Abi öldürüldüğünde, eşi Sevim Abla hamileydi, üç ay sonra kızı Yadigar doğdu. Üçü de doğan çocuklarını göremediler, çok ilginç bir yazgı değil mi bu?
Kemal Abi kabadayı olarak anılmak istemiyor. Ama Ankara kabadayıları dediğiniz zaman, o üçlemenin içinde adı vardır. Babası öldükten sonra, deve derisinden karagöz Hacivat motifleri yapardı. Keser, boyar, düzenler… Sonradan dünyanın çeşitli ülkelerinde sergiler açtı.
O yılların Ankara’sına gelip de yerleşmek isteyenler… İş yok, güç yok, çok çocuklu aileler, okul yok, geçim derdi… Gençleri ne idüğü belirsiz mecralara sürüklemiş. Genelevdeki kadınlar da her gelenin sillesini yiyor. Her gelen ona hükmetmek istiyor. Zaten yaşamı zor. Çocukları olanlar da var. Akşam belli bir saatten sonra evine barkına gidiyor. Burası rant kavgasının olduğu yer. Kadınlar hiç olmazsa kendisini koruyacak kişileri sahipleniyorlar.
Katır Cemile, çok sağlam, çok kuvvetli, o zaman için Ankara genelevinde çalışan kadınların arasında en güzellerinden biriymiş. Vücudunda yıpranma, hastalık belirtisi göstermediği, dayanıklılığından dolayı, katır gibi kadın derlermiş. Bir kabadayının dostu olduğu süre içinde, herkes onunla sürtüşmekten çekinmiş.
Kadın, onu koruyan kişinin cebine harçlığını veriyor, cumartesi pazar pikniğe gidiyorlar, masrafı kadın çekiyor. Erkek hapse girerse, çıkacağı güne kadar bütün masraflarını yine kadın üstleniyor. Dostu olarak kabul ettiği kişiyi a’dan z’ye kadar donatıyor, yediriyor, içiriyor, filinta gibi. Bak helal olsun Katır Cemile’nin dostu kabadayı bambaşka bir adam oldu çıktı, bak nasıl himaye ediyor, deniyor.
O da kadına ‘şemsiye getiriyor.’ Bu, Kabadayı filanın dostudur, aman üzerimize bela almayalım, iyi geçinelim, diyorlar. Kabadayının çevresi için o kadın onların yengesi. O yüzden onları kimseye ezdirmezler. Yenge gözüyle baktıkları için, genel bir kadın olmasına rağmen, ondan yararlanma sevdasına düşmezler.
Katır Cemile Sarı Veli’nin dostuymuş. İki yıl kadar sonra, Veli Abi evleneceği zaman bırakmış onu. Sarı Veli 1951’de Kabadayı Mehmet tarafından öldürülünce, Cebeci Asri Mezarlığındaki mezarını Katır Cemile yaptırmış.
1960-62 yıllarında gidip, Ankara genelevinin simgesi Katır Cemile’yi gördüm. Veli Abi’nin Cemilesi kimmiş diye gördüğümüzde, çökmüş vaziyette, çetele tutan, temizlik yapan bir kadın hüviyetinde gördüm. Yılların verdiği fiziksel ve psikolojik çöküş, yıpranma. Ölene kadar bütün iaşesini ve kirasını genelevdeki kadınların karşıladığını, ölene dek birbirlerine sahip çıktıklarını, bu şekilde biliyorum…
1970’li yıllarda, Ulucanlardaki bir evde çıkan yangında ölen kişinin Katır Cemile olduğunu duydum. Orada ölmüş…”
Lütfü Bey sözlerini bitirirken, geriye solgun bir fotoğrafı bile kalmayan Cemileleri düşündüğümde, şiiri yazılmamış bir dize düşüyor dilime; ne çok kadının gözyaşı parlıyor bir erkeğin isminde…
* Ece Ayhan; "Bel Kanto" ve "Bel Kanto:İkinci Meşrutiyet" şiirleri.
Ankara’nın Mor Menekşeleri
Geriye solgun bir fotoğrafı bile kalmayan Cemileleri düşündüğümde, şiiri yazılmamış bir dize düşüyor dilime; ne çok kadının gözyaşı parlıyor bir erkeğin isminde…
İzmir - BİA Haber Merkezi
09 Mart 2013, Cumartesi 00:03
Ankara’nın kabadayıları nasıl yaşadılar, nasıl öldüler? Ne iş yapar, ne yer ne içerlerdi? Yakınlarındaki kadınlar kimlerdi? Ece Ayhan şiirine* dize olan Katır Cemile’nin hayat hikayesinden bir iz kaldı mı geriye? Sorularının ortak yanıtını bulmak umuduyla, doğma büyüme Hacettepeli Lütfü Yanar’la buluşmak üzere yola çıktım.
Ankara Seğmenler Kulübü’nün faaliyet gösterdiği Abidinpaşa köşkünün kapısından girdiğimde, elli yaş üzeri kalabalık bir grup erkek oturmuş, saz heyeti eşliğinde hep bir ağızdan türkü söylüyordu; “aman karpuz kestim yiyen yok/ aman halin nedir diyen yok/ yenile bir yar sevdim/ gözün aydın diyen yok…”
Eller ve ayaklarla tempo tutuluyor, yüzler gülüyor, birbiri ardına sıralanıyordu türküler; “mavi yelek mor düğme/ yine düştün gönlüme/ her gönlüme düşende/ kan damlar yüreğime...”
Yanına oturduğum Lütfü Bey kısa bilgiler veriyor bana; “Her Çarşamba burada toplanırız. Birlikte yemek yer, türkü söyler, sohbet ederiz. Mutlaka gelirim ben. Aksatmam. Bu eğlencenin adı ferfenedir.”
“Saz başlayınca söz susar”, yazdığı için duvarda, ferfene sonrasına erteliyoruz asıl sohbetimizi. Tezenenin hızı arttıkça daha da coşuyor sazın telleri, oyun havalarının kıvrak ritmi oturanları ayağa kaldırıyor.
Neden sonra, beyaz balıkçı yaka kazağını giymiş, elinde tespih, ara sıra bıyıklarını düzelterek yan gözle oynayanları izleyen İsmail Çali’’ye, “Sıra sende”, diyorlar. “Benim sazcım gelmemiş bugün, yıldızı herkes çalamaz ki” diye olmazlansa da, hatır gönül kıramayıp kalkıyor ve oyun nasıl oynanır, zarafet sözcüğünün anlamı nedir, ayakların ve ellerin ritmi nasıl güzelleştirir türküleri, iki kaşık bir orkestranın yerini nasıl tutar, hepsini bir bir gösteriyor bize İsmail Bey.
Saatler akşamüzerini haberlediğinde, haftaya çarşamba günü tekrar buluşmak üzere vedalaşarak dağılıyor topluluk. Hamamönü’ne gidip, restore edilmiş eski evlerin arasında dolaşırken, şu sözlerle tanıtıyor kendini Lütfü Yanar; “1938 doğumluyum. Hayatımdaki bütün eğitimi Hacettepe’den aldım. Buna üniversite üstü kariyer diyebilirsin. Ankaralı ve Hacetepeli olmaktan dolayı kendimi mutlu hissediyorum. Hacettepe Spor Kulübünde futbol oynadım, yöneticilik yaptım. Hacettepeliler Derneği başkanlığı yaptım.”
“Mahallemizi İhsan Doğramacı yok etti. Spor kulübümüzü Melih Gökçek yok etti. Mahalle kültürümüzü de Veysel Tiryaki yok etti. Biz Hacettepeliler 1957 istimlakından sonra Ankara’nın çeşitli semtlerine dağıldık. Şimdi ancak maçlarda bir araya geliyoruz.”
Son cümleyi söylerken, mor gömlekli, eflatun çizgili kravatlı Lütfü Bey’in gözlerine mor menekşelerin hüznü düşüyor. Sonrasında bir çayevinde oturuyoruz. O anlatıyor, ben dinliyorum. Ankara’da yaşanmış eski zamanlara gidiyoruz birlikte…
Hacettepe Spor Kulübünün Kuruluşu
“Cumhuriyet sonrası Ankara’ya göç edenler, yerleşim alanlarında söz sahibi olmak ve buradan rant elde etmek için yerleşik düzende olan Hacettepelilerle sürtüşmeye giriyorlar. Ankara kabadayıları diye isimlendirdiğimiz adamlarla, sonradan gelenler arasında çıkan husumetten dolayı her gün olaylar, kavgalar ve cinayetler olmaya başlıyor.O zaman Nevzat Tandoğan’a, gençleri kavgalardan soyutlayıp daha güzel öğretilere, spora aktarmak için bir kulüp kurulması gerektiğini söylüyorlar. O gün için aralarında Fahri Kabadayı, Suat Kıymir adlı hukuk talebesi de dahil birkaç kişi bir araya geliyorlar ve 1945 yılında Hacettepe Spor Kulübünü kuruyorlar. Takımın mor menekşeler adı ise, 1936’da kurulan ve Ankara’nın ilk mesire yeri, parkı olan Hacettepe parkındaki havuzun ve Sıhhiye köprüsünün altına kadar uzanan alandaki on bir tane küçük havuzun kenarlarındaki mor menekşelerden geliyor.
Maçlara kabadayılar ve kadın erkek çoluk çocuk bütün mahalleli gelirdi. Maç heyecanı herkesi sarardı. Suat Kıymir Abimizin gülerek anlattığı güzel bir anısı var o günlere ait. Takım sahaya çıkacak, mor renkli bir forma yok. Ne yapsınlar? Anneleri, eşleri evde oturmuşlar, bütün formaları mor boyamışlar. Maçtan sonra soyunma odasına gidiliyor, formaları çıkarıyorlar ki, bütün vücutlar mosmor.
O zamanlar spor ayakkabılarını Karaduman yapardı. Kramponlu ayakkabılar çivilerle çakılırdı. Yürüdüğümüz zaman, bir süre sonra çiviler ayağına batar. Maçtan sonra çıkarırsın ki, kanlar içinde kalmıştır ayakların. O günkü amatörlük ve spor aşkı kalmadı şimdi.
Sarı Veli’nin Ölümü
Kabadayı Mehmet, Sarı Veli ve Karagöz Kemal, Ankara’nın kabadayı üçlemesidir.Külhanbeyi ile kabadayıyı birbirinden ayırt etmek lazım. Külhanbeyler, günlük yaşayan, kavga çıkartan, hep bana diyen kişiler. Kabadayılar ise daima eziğin, garibanın yanında olmuştur. Hepsinin mesleği vardı. Sarı Veli fotoğrafçıydı, Kabadayı Mehmet mücellitti, Kemal Abi de nakliyecilik yapardı, kamyonları vardı.
Kabadayı Mehmet, genelevde emekli bir başçavuşu bıçakla yaralayıp hapse girince, altın kaplamalı tabancasını Sarı Veli’ye veriyor. Çıktığında, Sarı Veli silahı geri vermiyor. Kimisine göre sattım, diyor, kimisine göre kaybettim, diyor. Daha sonra Sarı Veli bir kahvehane açıyor ve Mehmet Abi’ye ortaklık teklif ediyor. Fakat Mehmet Abi de, madem ki benim tabancamın parasıyla açtın burayı, bütün hasılatı ben alacağım, diyor. Başkalarının da dolduruşuyla aralarındaki sürtüşme ve husumet artıyor. Kabadayı Mehmet en yakın arkadaşı olan Sarı Veli’yi öldürüyor. 13 Kasım 1951’de Veli Abi defnedildi. Mehmet Abi daha sonra mezarına gidip ağlamış…
Kabadayı Mehmet’in Ölümü
1 Nisan 1962’de Mehmet Abinin kahvesinde kumar oynanırken elektrikler kesiliyor. Silahlar patlıyor. Elektrikler gelince, Kürt Cemali’nin (Cemali Coşan) kanlar içinde yerde yattığı, hastaneye geç götürüldüğü için de kan kaybından öldüğü söyleniyor. Mehmet Abi bifiil yapmasa da, o yaptırdı deniyor. Bu nedenle hapse girdi.Her gün hapishaneye yemeklerini, yeğenleriyle biz götürürdük. İzmit cezaevine nakledildiği zaman da buradan 18 kiloluk tenekelerle kavurmaları, bal, reçel, turşuları biz götürürdük yeğenleriyle birlikte. Parayı çok seviyordu Mehmet Abi. Kazandığını kendine harcıyordu. O yüzden de hiç dostu olmadı. Hapishaneden çıktığında, Kürt Cemali’nin 17 yaşındaki yeğeni öldürdü onu.
Kabadayı Mehmet Sarı Veli’yi öldürdüğü zaman, Veli Abinin hanımı hamileydi ve çocuğuna Veli adını koydular. Kürt Cemali öldürüldüğü zaman hanımı hamileydi. Mehmet Abi öldürüldüğünde, eşi Sevim Abla hamileydi, üç ay sonra kızı Yadigar doğdu. Üçü de doğan çocuklarını göremediler, çok ilginç bir yazgı değil mi bu?
Karagöz Kemal’in Mor Tutkusu
Hayali Küçük Ali’nin oğlu olan Karagöz Kemal, eskiden Hacettepe Spor Kulübünde libero olarak futbol oynardı. Kaptanlık ve lokal müdürlüğü de yaptı. Kulübün renklerini ilk bulan, taşıyan ve yaşayan insanlardan biridir. Şimdi Çanakkale’de yaşıyor ama aklı hep Ankara’da. Evine ziyarete gittim. Duvar boyasından, koltuklarına kadar, halılar, çiçekler, avizeler, her şey mor-beyaz.Kemal Abi kabadayı olarak anılmak istemiyor. Ama Ankara kabadayıları dediğiniz zaman, o üçlemenin içinde adı vardır. Babası öldükten sonra, deve derisinden karagöz Hacivat motifleri yapardı. Keser, boyar, düzenler… Sonradan dünyanın çeşitli ülkelerinde sergiler açtı.
Katır Cemile’nin Hayat Hikayesi
Şimdi Bentderesi dediğimiz yerde, Ulus meydanında, kalenin surları altına düşen bölümdeydi, Katır Cemile’nin çalıştığı genelev.O yılların Ankara’sına gelip de yerleşmek isteyenler… İş yok, güç yok, çok çocuklu aileler, okul yok, geçim derdi… Gençleri ne idüğü belirsiz mecralara sürüklemiş. Genelevdeki kadınlar da her gelenin sillesini yiyor. Her gelen ona hükmetmek istiyor. Zaten yaşamı zor. Çocukları olanlar da var. Akşam belli bir saatten sonra evine barkına gidiyor. Burası rant kavgasının olduğu yer. Kadınlar hiç olmazsa kendisini koruyacak kişileri sahipleniyorlar.
Katır Cemile, çok sağlam, çok kuvvetli, o zaman için Ankara genelevinde çalışan kadınların arasında en güzellerinden biriymiş. Vücudunda yıpranma, hastalık belirtisi göstermediği, dayanıklılığından dolayı, katır gibi kadın derlermiş. Bir kabadayının dostu olduğu süre içinde, herkes onunla sürtüşmekten çekinmiş.
Kadın, onu koruyan kişinin cebine harçlığını veriyor, cumartesi pazar pikniğe gidiyorlar, masrafı kadın çekiyor. Erkek hapse girerse, çıkacağı güne kadar bütün masraflarını yine kadın üstleniyor. Dostu olarak kabul ettiği kişiyi a’dan z’ye kadar donatıyor, yediriyor, içiriyor, filinta gibi. Bak helal olsun Katır Cemile’nin dostu kabadayı bambaşka bir adam oldu çıktı, bak nasıl himaye ediyor, deniyor.
O da kadına ‘şemsiye getiriyor.’ Bu, Kabadayı filanın dostudur, aman üzerimize bela almayalım, iyi geçinelim, diyorlar. Kabadayının çevresi için o kadın onların yengesi. O yüzden onları kimseye ezdirmezler. Yenge gözüyle baktıkları için, genel bir kadın olmasına rağmen, ondan yararlanma sevdasına düşmezler.
Katır Cemile Sarı Veli’nin dostuymuş. İki yıl kadar sonra, Veli Abi evleneceği zaman bırakmış onu. Sarı Veli 1951’de Kabadayı Mehmet tarafından öldürülünce, Cebeci Asri Mezarlığındaki mezarını Katır Cemile yaptırmış.
1960-62 yıllarında gidip, Ankara genelevinin simgesi Katır Cemile’yi gördüm. Veli Abi’nin Cemilesi kimmiş diye gördüğümüzde, çökmüş vaziyette, çetele tutan, temizlik yapan bir kadın hüviyetinde gördüm. Yılların verdiği fiziksel ve psikolojik çöküş, yıpranma. Ölene kadar bütün iaşesini ve kirasını genelevdeki kadınların karşıladığını, ölene dek birbirlerine sahip çıktıklarını, bu şekilde biliyorum…
1970’li yıllarda, Ulucanlardaki bir evde çıkan yangında ölen kişinin Katır Cemile olduğunu duydum. Orada ölmüş…”
Lütfü Bey sözlerini bitirirken, geriye solgun bir fotoğrafı bile kalmayan Cemileleri düşündüğümde, şiiri yazılmamış bir dize düşüyor dilime; ne çok kadının gözyaşı parlıyor bir erkeğin isminde…
* Ece Ayhan; "Bel Kanto" ve "Bel Kanto:İkinci Meşrutiyet" şiirleri.
1111111111111111111111111111111111111111111111111111111111111111111111111