Funda Şenol Levent Cantek
Bu çalışmada merkez-kenar karşıtlığı temel alınarak, Cumhuriyetin
inşa sürecinde merkeze (İstanbula ve Osmanlı payitahtına) karşı
kurulmuş, ancak kendisi yeni bir merkez oluşturmuş Ankara?nın,
kenarlarından biri olan Hacettepe mahallesiyle ilişkileri ele
alınmıştır.
Yüzyıl başlarında tek özelliği ortasından geçen
trenyolu ve çapı giderek küçülen sof kumaş üretimi ve ticareti olan
Ankara, romantizmin sembolü, payitahtın İstanbulu için uzak bir
şehirdi. İstanbulun işgali ile birlikte Anadolunun dört bir yanına
kan pompalayan bir kalp konumuna gelen şehir, savaş sonrası genç
Cumhuriyetin terakki çizgisinin vitrin şehri olacaktı. Saltanatı,
geçmişi ve Cumhuriyete muhalefeti temsil eden İstanbula rağmen yoktan varedilen şehrin kuzey-güney doğrultusu Alman şehir plancısı
Jansenin imar planı uyarınca gelişerek muasırlaşacaktı. Modern şehir
planlaması, kent kültüründeki içine kapalılık ve parçalanmışlığı yoketme
amacı taşır ve bir eritme potası içinde kent sakinlerini biraraya
getirmeyi hedefler. Ama birarada bulunması istenen kent sakinleri o
kenti temsil edebilecek niteliğe sahip kişilerdir. Izgara biçiminde
planlanmış kent sokaklarına özenle serpiştirilirler. Hemşehrilik
bağlantıları, akrabalık, muhaliflik potansiyeli ve bunları güçlendiren
mahallelilik kimliği modern kentliliğin mekandaki etkilerini silmeye
çalıştığı unsurlardır. Farklılıklar mümkün olduğunca geri plana itilir
ve kent bu farklılıkların karşılaşma ve çatışma mekanı olmaktan
çıkarılmaya çalışılır. Kentsel mekanın doğal düzensizliğine zorla da
olsa bir düzen getirilir. Çünkü akılcı ve verimli bir kent planlaması
bunu gerektirmektedir. Bu yöndeki tüm çabalara karşın, doğu-batı
eksenindeki eski Ankara hiç hesapta olmayan bir biçimde göç alarak
büyüyecektir. Göçle birlikte gündelik yaşam kalıpları farklı bir nüfus,
şehrin imar dışında tutulan bölgelerine egemen olarak, medeni
Ankarayı rahatsız edecektir.
Kenar şehrin en dikkate değer ve belki de en isyankar mahallesi
Hacettepedir. Diğer birçok mahallenin aksine, Ankaranın en az birkaç
kuşaklık yerlilerinden oluşan Hacettepe, futbol takımı ve
kabadayılarıyla ünlüdür. Merkez ile ilişkilerini hiçbir zaman sağlıklı
olarak kuramamış olan mahalle, 1959 yılından başlayarak 1971 yılında
tamamlanan istimlakler sonucunda, yerine Hacettepe Hastanesi?nin
kurulmasıyla tarihe karışmıştır. Ahalisi şehrin muhtelif yerlerine
(genellikle de yoksul ve orta sınıfın yaşadığı yerlere) dağılmıştır.
I
Bu çalışma, sözlü tarih yöntemiyle, Ankaranın çeşitli semtlerine
dağılmış Hacettepelilerle görüşmeler yapılarak hazırlanmıştır.
Görüşülenlerin
büyük bir kısmı erkek ve en genci kırk yaşın üzerindedir. Hacettepe
Mahallesi?nin istimlak edilmesiyle Ankara?nın çeşitli bölgelerine
taşınan bu insanlar, bugün Hamamönünde bulunan Hacettepeyi Sevenler
Dayanışma ve Yardımlaşma Derneğinin lokalinde biraraya geliyorlar.
Genellikle iskambil türü kağıt oyunları oynayarak, kimi zaman saz çalıp
türküler söyleyerek ama daha çok konuşarak vakit geçiriyorlar. Argonun
kullanımı, lakaplar, takılmalar ve göndermeler geçmişi çağrıştırıyor.
Konuşulan kişilerin çoğu, Hacettepe hakkında olumlu bir tablo çiziyor.
Mahalle hakkında anlatılanlar, geçmişe-güzel günlere duyulan özlemle
hikayeleştiriliyor. Hacettepenin paylaşmacı ve dayanışmacı komşuluk
ilişkilerinden, hayatlarında bir daha bulamadıkları ?bambaşkalığından?
bahsediyolar. Mahallenin alt kültürlere özgü yasadışılıkları genellikle
tatlı bir anı, zararsız bir eylem ya da bir savunma olarak tanımlanıp
aktarılıyor. Şiddet hikayeleri bile ustalıkla bir Hacettepe
güzellemesine dönüştürülebiliyor. Konuşmacılar, evlerinin istimlak
edilerek farklı bölgelere taşınmak zorunda bırakılmalarını kendilerine
yapılmış bir haksızlık olarak üzüntüyle anlatıyorlar. Mahallenin
benzersizliğine olan vurguları ve nesnellikten uzak tanımlamaları bu
zorunlu kopuşla doğrudan ilgili gözükmektedir. Mahallenin kısa tarihine
bakacak olursak, Hacet Tepesi, Dilek Tepesi ya da daha eskilerde Hacı
Tepesi olarak geçen Hacettepe, şehrin alışveriş merkezi sayılabilecek
çeşitlilikte dükkanın da bulunduğu bir yerdi. Ankaralıların dilek
diledikleri, adak adadıkları, namazgah olarak kullandıkları söylenen
yer, esasen bir yerleşim bölgesiydi. Semtte çok sayıda adak yeri, yatır,
mezar vardı. Semt sakinleri bunun nedeninin zamanında fakirlikten veya
hasta yatağında vasiyet edilmesinden dolayı ölülerin evlerinin bahçesine
gömülmesi, bu sıradan mezarlara da zamanla bir kutsiyet yüklenerek,
namının dilden dile dolaşması olduğunu söylüyorlar. Bugün Hacettepe
Hastanesi?nin bulunduğu yerde kurulu olan Hacettepe
Mahallesi,Sıhhiye-Cebeci yolunun kuzeyindeki ağaçlık tepenin çevresinde,
Erzurum Mahallesi, Samanpazarı ve Hamamönü semtleri arasında
konumlanıyordu. (ASETAT) Tek bir arabanın bile zor geçebileceği kadar
dar sokakları olan mahalle, çoğunluğu yüzyıl başlarında inşa edilmiş
eski Ankara evlerinden oluşuyordu. Nüfusun büyük bölümü birkaç kuşaktır
Ankarada yerleşikti. Ankaranın ilçelerinden (Kalecik, Haymana gibi) ve
diğer Orta Anadolu şehir, kasaba ve köylerinden çalışmak üzere gelip
yerleşenler varsa da sayıları oldukça sınırlıydı. Gelenler de burada bir
yakınları veya hemşehrileri olduğundan ya da ev kiraları daha ucuz
olduğundan burayı tercih ediyordu. Çünkü göçmenlik Choldinin
kavramsallaştırmasına başvuracak olursak, Giriş İskelesi işlevi gören,
özel bir yakınlık ilişkisine ihtiyaç duyuyordu. Hacettepe örneğinde, göç
edenler büyük şehre, özellikle de Cumhuriyetin ilk yıllarında yeni
rejimin gündelik hayattaki yansımalarına uyarlanabilmek ya da en azından
bunlara karşı hazırlıklı olmak için tanıdıklarının yanına sığınıyor ve
ilk zamanların maddi ve manevi sıkıntılarını böyle atlatmaya
çalışıyorlardı.
II
Mahallenin ortasında bütün sokakların açıldığı ve bir alışveriş
merkezi işlevi de gören meydan vardı. Bu meydanda iki ayrı kahvenin
dışında, kasap, tatlıcı, yoğurtçu, kalaycı, kunduracı, manav ve bakkal
dükkanları bulunuyordu. Meydanın vitrinini ve kamusal yaşantının
candamarını kahveler oluşturuyordu. Mahallelinin dilinde bu meydan kahvenin ora olarak ifadelendiriliyordu. Kahvedeki kamusal yaşantıya
tabii ki sadece erkekler katılabiliyordu. Bizim Kıraathane ile Alaaddin
Abinin kahvesi mahallenin erkekleri için hayati bir öneme sahipti.
Öncelikle haber alışverişinin yapıldığı yerlerdi. Mahallenin tüm
erkekleri bir biçimde kahveye uğrar ve kesintisiz sohbete bir yerinden
katılır veya konuşmalara kulak misafiri olurdu. Mahallenin birkaç kez
üst üste seçim kazanan muhtarı Zeynel Balaban DP propagandasını kahvede
yapardı. Sohbete katılabilen ve söylediği sözü dinletebilenler ise
genellikle mahallenin namlı kişileri, kabadayılar, ihtiyarlar olurdu.
Özellikle kabadayılar, kahvelerin ahalisi içinde merkezi bir öneme
sahiptiler. Bu kahvelerde tüketilen içki, uyuşturucu ve oynanan kumar
onların denetimindeydi. Zaten kahvelerin işletmesi de çoğu zaman bu
kabadayıların elinde olur, onların mekânı olarak anılırdı. Kendilerine
meydan okuyanlarla da yine bu mekânlarda yüzleşir, gerekirse
vuruşurlardı. Kabadayılar arasındaki kavgalar, bu kalabalığın önünde ve
özellikle aleni bir biçimde gerçekleşiyordu. Bentderesi, Rüzgarlı,
İsmetpaşadaki bar, pavyon gibi eğlence mekânlarında kabadayılar
arasında yaşanan sürtüşmeler de Hacettepe kahvehanelerine kaçınılmaz
biçimde sirayet ederdi. Gece yaşananlar, gündüz kahvenin dilinde yeniden
üretilirdi.
Kahvehaneler bir eğlence merkezi olma özelliği de
taşıyorlardı. Özel günlerde, Ramazan ayı boyunca, gölge oyunu, kavuklu
ve pişekar gösterileri düzenleniyordu. Mahallenin komiklik ve taklit
yapan insanları vardı ve bunların göndermeleri Cemmaat içi bir dilin
şifrelerini çözerek anlaşılır hale geliyordu. Gülme ve mizah, cemaat içi
ilişkileri ve yakınlaşmayı arttırıyordu. Ayrıca mahalleye elektriğin
geldiği 50li yıllarda kahvehanelerde radyonun kamusal kullanıma
açılması, haber dağılımına katkı sağladığı gibi, gündelik hayata da renk
katıyordu. Mahalle kahvelerindeki kumar partileri bir oyun olmaktan
çıkıp, bir gösteriye de dönüşebiliyordu. Mahallenin usta kumarcıları ve
onların namını duyup gelmiş, başka semtlerin kumarcıları geniş bir
seyirci kitlesinin önünde hünerlerini sergiliyorlardı. Hacettepe Futbol
Takımı?nın maçlarına gitmek için mahallenin erkekleri ve çocuklarının
toplandıkları mekân da yine kahvehanelerin önüydü. Hacettepe Futbol
Takımının zaferleri bu kahvelerin önünde toplanan kalabalık tarafından
bir karnaval havasında kutlanıyordu. Mahallenin erkek nüfusu, sokakları
dolduruyor, içiyor, küfrediyor, coşkulu naralar atıyordu. Yenilginin
hüznü de aynı şiddetle yaşanıyordu. Ama bu kez rakip takım
taraftarlarıyla çatışmaya dönüşerek.
Hacettepe'nin öne çıkan özelliklerinden biri de şehrin yeraltı dünyasına
- ya da kenar-şehire - hükmeden kabadayılarıydı. Bu kabadayıların her
biri birer efsane olarak dilden dile anlatılan olayların
kahramanıydılar. Bunların elinden çıkan bir cinayet, bir kız kaçırma,
bir yaralama olayı bir kahramanlık öyküsüne dönüştürülüveriyordu. Bunda
mahalleliye karşı bonkör ve korumacı tavırlarının da etkisi vardı.
Hatırı sayılır bir kabadayı bir gün gelip mahalleden ayrılmak zorunda
kalsa bile mahallenin üzerinden elini çekmiyordu. Örneğin zamanında
ünlü Kabadayı Mehmetin korumalarından biri olan Dündar Kılıç, Mehmetin
öldürülüşünden sonra İstanbula göç etmiş ve mahalleden otuz yılı aşkın
bir süre ayrı kalmış olmasına rağmen, ölümüne kadar muhtaç
Hacettepelilere ayni ve nakdi yardım sağlamış, iş imkânı yaratmış,
okutmuştu. Mahallenin namlı kabadayıları kendilerine mallarını,
namuslarını, hatta canlarını emanet etmek isteyenleri geri
çevirmezlerdi. Kabadayılar, dışarıdan hemen tanınabilecek biçimde
kıyafetler giyer, etraflarındaki yakın arkadaşları ve korumalarıyla
birlikte dolaşırlardı: Kabadayı Mehmet, belde kuşak, bir tarafta
tabanca, bir tarafta bıçak ve ceket omuzda hatırlanıyor. Oturacağı zaman
etrafındakilere Hurşit, tut bakalım diye ceketini tuttururmuş. Bütün
konuşmacıların önemle üzerinde durduğu, korku ve hayranlıkla karışık
biçimde anlattığı Kabadayı Mehmet, yer altı ve suç dünyasıyla
ilişkilerine karşın, içki, sigara ya da esrar kullanmayan, namus ve
adalet gibi kavramlarla kurallar koyan, oldukça karizmatik biriydi. En
yakın arkadaşı sayılan Sarı Veliyi öldürerek hapse girmesine karşın
mahalleli bunu, arabozucular, laf taşıyıcılar yüzünden yaşanmış bir
olay olarak niteliyor. Bir kez daha, kuralları koyan, istisnai saydığı
hallerde kendisine onları çiğneme hakkı tanıyor ve bu da o kuralların
sultasında yaşayanlarca sineye çekiliyor.
Şimdi biraz da konutlardan bahsedelim. Hacettepe evleri kerpiç ve ahşap
karışımı bir malzemeden yapılıyordu. Birkaç evin çevrelediği geniş
avlular vardı ve Hacettepeliler, mahalleli kadınların ve çocukların
gündelik hayatlarının büyük bölümünün geçtiği bu yere hayat
diyorlardı. Hayatta özellikle yaz aylarında çocuklar oyun oynuyor,
kadınlar nöbetleşe yaktıkları maltızda yemek pişiriyorlar, çay içip
sohbet ediyorlar, gözleme yapıyorlar, kışlık nevalelerini
hazırlıyorlardı. Kadınların varolma mekanları neredeyse sadece bu
hayatlardı. Bunun dışında yanlarında bir erkek olmadan gidebildikleri
bir yer yoktu. Ara sokakların darlığı sebebiyle evlerin cepheleri
birbirine çok yakındı, bu da komşuluk ilişkilerini hem sıkılaştırıyor,
hem de toplumsal denetimi ağırlaştırıyordu. Hacettepenin bu tipik
evlerinin yanı sıra üç katlı, konağımsı ve kaliteli malzemeden, yani
betondan yapılmış evler de vardı. Bunlar semtin zenginlerinin evleriydi.
Bu evler yola daha yakın ve avluları arkaya, bakımlı bir bahçeye
bakıyordu. Evin mahremiyetini korumak için, gündelik hayatın döndüğü,
kadın ve çocukların sık indiği bahçe ve avlu bu evlerin arka tarafında
yer alıyordu. Ama pencereleri yola bakıyordu. Yol, akan bir su gibiydi.
Nasıl ki medeniyetler su kenarına kurulursa, susuz yerlerde de yol
kenarına kuruluyordu. Böylece zamanın akışına dahil olunuyor, müdahale
ediliyor, gözleniyor, izleniyor, can sıkıntısı önleniyordu. Ama
tekrarlayalım, bu görece zenginlerin harcıydı. Futbol, kahve
alışkanlığı, içki, esrar, sigara, kumar, bahçe kültürü, süs havuzları,
kümes, tandır yemekleri, hamur işleri, ateşli-ateşsiz her tür silah,
Esenpark Gazinosundan sızan şarkılar-türküler Hacettepeli için
Bourdieunun sembolik sermaye olarak adlandırdığı şeylerdi. Ev içleri
birkaç aile birarada yaşadığından onların asgari ihtiyaçlarına yanıt
verebilecek biçimde döşeniyordu: Yer yatakları, büyükler için sedirler,
çocukları yıkamak için geniş bakır leğenler, su ısıtmak için boy boy
ibrikler, yatak-döşek koymak için geniş oyuklar ve onları örten işlemeli
patiska örtüler, duvarda aile büyüğünün resmi ve mahallelinin kavgacı
ve gözünü budaktan sakınmaz özelliğini simgeleyen bir kama veya silah.
Mahalleli, bahar ve yaz aylarında Mamak, Kayaş ya da Gazi Orman Çiftliği
gibi Ankarada nadir bulunan yeşil alanlara giderek topluca eğleniyor,
piknik yapıyordu. Ama hem Çiftlik hem de Çubuka gitmenin zaman ve para
açısından oldukça yüklü bir maliyeti vardı. Ankara için büyük bir
yenilik olan ve çok rağbet gören çiftlikteki Marmara ve Karadeniz
Havuzları delikanlılar ve erkek çocuklar için bulunmaz bir eğlence
yeriydi. Öte yandan yazları açıkhava sinemaları, kışlarıysa kapalı
sinemalar önemli eğlence olanaklarındandı. Aileler için Türk filmleri,
gençler içinse kovboy ve macera filmleri tercih edilen türler oluyordu.
Kadınlar için kadınlar matineleri düzenleniyordu. Çocuklukla
delikanlılık arasında gidip gelen erkeklerin en büyük eğlencesi ise
geceleri, ceplerine doldurdukları bir avuç leblebi eşliğinde Hacettepe
Parkının kuytu köşelerinde ya da fidanlığın içinde daha ucuz olduğu ve
su, bardak, buz vs. gibi fazla merasime gerek duymadığı için şarap
içmek, uzaktan uzağa duyulan, Esenpark Gazinosu?nda çalan müzikleri
dinleyerek demlenmekti. Şaraba alışıldıktan sonra sıra kimileri için
esrara da geliyordu. Mahalle içinde esrar satılmasa da, mahalleli esrar
satıcıları vardı. Esrar bulmak bu sebeple çok zor değildi. Rakı içmek
ise racon işiydi. Biraz daha paralı olmayı, mezeyle, demlenerek, yavaş
içmeyi gerektiriyordu. Bentderesi, İsmetpaşa ya da Samanpazarı-Hamamönü
çevresindeki lokantalar ve içkili yerlerde çoğunlukla rakı
tüketiliyordu. Mahallenin delikanlıları için buralarda içmek, oradan
pavyonlara geçerek devam etmek büyümenin ben buradayım
demenin-kişiliğin göstergesiydi.
Mahallede kadın-erkek ilişkileri oldukça sorunluydu. Dışarıdan herhangi
birinin mahallenin kızlarına yaklaşması söz konusu kız bu konuda
gönüllü olsa bile imkânsızdı. Mahalleden birisiyle flört eden bir genç
kız ise ki bunu gerçekleştirmek çok zordu onunla evlenmek
zorundaydı. Flörtün tabu olarak görülmesine rağmen, mahallenin
delikanlıları bir kız için aralarında kavga edebilir, birbirlerini
yaralayabilirlerdi. Aynı durum mahallede yaşayan bir kadını kendisine dost edinen kabadayılar için de söz konusu olabilirdi. Ancak bu tür
vakalarda rakibin akıbeti daha karanlık olurdu. Mahallenin içe dönük
baskıcılığı ve ahlakçılığı, yaşanan yılların koşullarıyla eşlenerek
ifadelendiriliyor: O zamanlar değil Hacettepede, hiçbir yerde
kadın-erkek ilişkisi-flört, şimdiki gibi mümkün değildi. Oysa, aynı
insanlar Bulvarda kız arkadaşlarıyla turlayanları, muhallebi çocuğu
olarak adlandırıyorlar.
Bu katı ahlâkçı anlayışın varlığına rağmen, mahallelinin dini ritüeller
konusunda çok fazla titiz olmadığı söylenebilir. Mahalle meydanında
bulunan mescide yaşlıların dışında ancak belirli zamanlarda bayram
sabahları, teravih namazları rağbet ediliyordu. Ezan okuyan müezzin
aynı zamanda mahallenin manavıydı. Ezan okurken dükkanına giren-çıkan
olup olmadığını gözleyen manav çoğu zaman asıl işine odaklanamadığı
için, kahvedekilerden küfür de yemekteydi. Dine karşı bu ilgisizlik,
mahallenin oldukça genç olan nüfusuna bağlı olduğu gibi, Hacettepe
dışında yaşanan sosyo-ekonomik gelişmelere, Cumhuriyet laisizminin
ağırlıklı yerine bağlanabilir. Konuşmacıların bir kısmı mahalledeki
mescidlerde ve kimi evlerde, şehir dışından gelen öksüz ve yetim
çocuklara Kuran kursu verildiğinden, bu konuda da Kemal Pilavoğlu adlı,
sonraları hapis cezası alan ve İmralıya sürgün edilen birinin oldukça
etkin olduğundan söz ediyorlar. Ancak aynı konuşmacıların neredeyse
tamamı, küçük yaşta bu kurslara değil de mahalle dışındaki mescidlere
gittiklerini anlatıyorlar. Bu tercih, mahallelinin Pilavoğlu tarikatının
farkında olduğunu ve ona katılmaktan kaçındığını göstermekte. Din
adamlarına ve tarikatlara olan mesafelilikleri onları sakallı, ticani,
din tüccarı biçiminde tanımlarken sarih bir biçimde ortaya çıkıyor.
Hacettepenin en önemli özelliği, cemaatvari ilişkilerini kimi zaman
yoğun bir dayanışmacılık içinde sürdürüyor görünmesiydi. Hemen hemen
herkesin kişisel özelliklerine atıfta bulunan, mahallenin kolektif
bilincinde yer edecek bir lakabı vardı: Parlatır Mustafa, Dişi Bakkal,
Diksaç Nevzat, Japon Ali, Orley İhsan. Bu lakaplar, kişinin mahalle
yaşantısı içerisindeki ilişkilerinin yoğunluğuna göre, bazen ismini
unutturacak derecede süreklilik kazanır, kimi zaman da unutulur ya da
bir yenisiyle yer değiştirirdi. O yüzden bugün Hacettepelilerle
konuşurken, Hangi Osman, hangi Ali? türü sorularla sıklıkla
karşılaşılmakta, yaşayanlar çoğunlukla lakaplarıyla hatırlanmaktadır. Bu
lakapların yanı sıra insanlar memleketlerinin ismiyle de
çağrılmaktadırlar. Mahallenin bir veya birkaç evinde yan yana ya da
yakın oturan ve aynı memleketten olanları, hemşerililiği tanımlayan
ifadeler de kullanılıyordu: Kalecikliler, Sungurlulular, Amasyalılar
gibi. Mahalle hayatının içine karıştıkça hemşeriliğe gönderme yapan
lakaplar yerlerini karakter özelliklerine gönderme yapanlarla
değiştiriyorlardı.
Hacettepe, alt sınıfların (işçi, küçük esnaf, küçük memur v.b.)
yaşadığı, küçük-büyük herkesin şehrin çeşitli yerlerinde çalışmak
zorunda olduğu bir yerdi. Bu nedenle biraz palazlananlar veya mahallenin
keşmekeşinden tedirgin olanlar özellikle memur aileleri - mahalleden
ayrılıp daha nezih semtlere göç ediyorlardı. Semtin Merkezle, dış
dünyayla bağlantısını yine bu memur aileleri ve üniversite ve lise
öğrencisi gençler sağlıyordu. Bu dünyaya doğrudan maruz kalan bu kesim
de semtten en önce kaçıp gidenler oluyordu. Biraz mürekkep yalamış
olanlar, iyi aile çocukları, hassas bir karaktere sahip olanlar, geliri
biraz artanlar Cebeci, Keçiören, Abidinpaşa gibi semtlere
yerleşiyorlardı. Dolayısıyla semt bir cemaat bağıyla Merkezin korktuğu
kadar koşulsuz bağlı değildi. Mahalle gelir seviyesi düşerek mahalleye
taşınmak zorunda kalanlar ile şehre yeni gelenlerin oluşturduğu nüfus
ile de göç alıyordu. Mahallede kısa bir süre kalmış olsa da ilginç bir
Hacettepeli profili daha vardı: mahalleyle ilgili istimlak kararı
alındıktan ve asıl Hacettepeliler şehrin başka semt ve mahallelerine
taşındıktan sonra, onların boşalttığı evlerde son ana kadar kaçak
oturan yeni bir göçmen nüfusu. Bunların bir bölümü halen hastane
civarında sağlam kalan tek tük evlerde oturuyorlar.
Hacettepe Mahallesinin adının suç ve belayla birarada anılır olması
mahallenin futbol takımı kurma girişimi sırasında engelleyici bir unsur
olarak kendini göstermişti. Mahallenin onbeş-onaltı yaşındaki gençleri
kendilerinden on yaş kadar büyük ve Apça diye hitap edilen Fahri
Kabadayı ya giderek bir futbol takımı kurmak istediklerini, yardımcı
olmasını istemişlerdi. Mahallelinin yardımı ve Fahri Apçanın
çabalarıyla bir takım kuruldu. Ancak, bundan kısa süre sonra Fahri Apça,
polis tarafından evinden alınarak, Birinci Şubede sabaha kadar sorguya
çekildi. Bu cemiyeti neye istinaden, hangi sebeple kurmak istediği
ısrarla soruldu. Apçanın bu cemiyeti, kötü muhitin (İstanbulun
Kasımpaşası, Ankaranın Hacettepesi) kötü şöhretini silmek için
kurduğunu söylemesi de polise pek inandırıcı gelmedi. Yine de serbest
bırakıldı. Kabadayı, bu olaydan sonra Hacettepeli gençlere bir yerlerde
boşboğazlık, kavga yapmamalarını tembihledi. Dönem Ankarasının en
etkili ismi Vali Nevzat Tandoğandı. Kulübün kurulabilmesinin tek
yolunun onunla konuşmak olduğu düşünüldüğünden rica minnet bir randevu
alındı. Eli yüzü düzgün, mürekkep yalamış Hacettepeliler Valilik
makamına çıktılar. Fahri Kabadayı o sıkıntılı anı şöyle anlatır:
Hiç
kimseyi içeri koymuyorlar, disiplinli bir vaziyet var, biz de 26-27
yaşlarındayız, genciz; komiser beye Vali Beyle görüşeceğiz dedik.
Sertçe Oturun şuraya! dedi. Geçip salona oturduk. Yanımdaki Suat Bey
daha da küçük, 16-17 yaşında. O sırada komiser geldi. Buyurun dedi.
İçeri girdik, Suat paravanın arkasında, ben ayakta duruyorum. Nevzat Bey
de evrak imza ediyor. Kafasını kaldırdı, Buyurun oturun dedi,
oturduk. Makamına yazılan yazıyı ve ekli olan tüzüğü verdik, okudu, ilk
sözü hiç unutmam şu oldu: Ben, dedi, Hacettepe semtini yakacağım.
Haklıydı da davasında. Çünkü o zamanlar, bir aile tepeye çıkamıyordu.
Her gün kavga, dövüş, içki alemleri falan olduğundan, şikayet çok fazla
oluyordu. Karakollar mütemadiyen hakkımızda rapor yazıyordu, onun için,
haklı idi. Ben, Sayın Vali Bey, biz bu cemiyeti kuracağız, bizim
cemiyetimizin gayesi, bu kötü insanları yola getirmek olacak, eğer siz
de bize yardımcı olursanız, tahmin ederim bu işler düzelecek ve
eseriniz, kıymetli eseriniz tarihi bir şekilde anılacak dedim. Reis
muavinini çağırttı. Tahsin Bey dedi, buyurun bir evrak var, bakın
bakalım dedi. Birbirlerine de göz kırptılar. O sırada Nevzat Tandoğan
dedi ki Ben size yardımcı olurum. Eğer sizin niyetiniz iyi ise, ben de
yardımcı olurum dedi.
Tandoğanın kine benzer bir tavır sonradan, dönemin Başbakanı Menderes
tarafından da sergilenecekti. Menderes makam arabasıyla sık sık semtin
yakınına geliyor ve etrafındakilere Ne olacak bu çöplük? diye
söyleniyordu
Kulübün renkleri Hacettepe parkının menekşelerinin rengi olan mor ve
beyazdı. (ASETAT) Tamamı Hacettepeli gençlerden kurulu takım üçüncü
kümede-mahalli ligde oynadığı maçlarda sürekli galip geliyordu. Üç yılda
üç şampiyonluk kazandı. Üç küme atlayarak Ankara 1. Ligine yükseldi.
1953-54 te ilk kez Ankara şampiyonu oldu. Profesyonel lig kurulana kadar
1955-56 ve 1957-58 de bu şampiyonlukları yineledi. Bu başarıda, sonraki
yıllarda Ankaranın ünlü kabadayıları olacak olan Karagöz Kemal, Orle
İhsan, Kabadayı Mehmetin takımda yer almasının ne derece etkisi
olduğunu bilebilmek mümkün değil. Ancak Hatay milletvekili Mustafa
Delivelinin başkanlığında birinci lige kadar çıkan ve sürekli olarak
orta-alt sıralarda mücadele eden Hacettepenin seyircileri nezdinde bu
kabadayıların büyük etkisi vardı. Kabadayılar o kadar etkiliydi ki,
Bursada yapılan 1961-62 Sezonu birinci lige yükselme maçlarında takımın
yorulduğunu ve eleneceğini farkeden Orle İhsan kasten büyük bir kavga
çıkartarak maça ara verilmesini sağlamıştı. Böylelikle takım dinlenme
fırsatı bulmuş ve şampiyon olarak birinci lige çıkma başarısını
gösterebilmişti. İç sahada oynanan maçlarda saat kulesinin altında
maraton tarafında toplanan Hacettepe seyircisi, deplasman takımlarının
tezahüratlarından hazzetmiyordu. Eğer yakında ise kendi deyişleriyle kibarca uyarılıyor, karşı tarafta ise Kabadayılar tribün önüne gidip,
hiç ses etmeden yürüyorlardı. Ankaralı olup onları tanımayacak yok
gibiydi. Hele Ankaralı olup da İstanbul takımlarına tezahürat yapmak ve
daha önemlisi şehir ve Hacettepe hakkında ahlaka mugayyir konuşmak
baştan suçtu. Bu belirli bir risk içeriyor, Hacettepelilerle
karşılaşacak olanlar tarafından kibarca uyarılma tehlikesi taşıyordu.
Elbette her şeyin bir ölçüsü vardı, özellikle sahada oynanan futbol
gereği yaşananlar kimi zaman aynı kabadayıların koruması altında saha
dışına aksettirilmiyordu. Hacettepenin açık farkla mağlup oynadığı bir
maçın sonlarına doğru rakip takım, bir de penaltı kazanmıştı. Ancak,
penaltıyı kullanan oyuncu Hacettepeyle alay ederek orta sahaya kadar
gerilmiş, sonra yürüyerek topun yanına gelmiş, kaleye doğru vurmak
yerine bilerek taca atmıştı. Mağlubiyetin üzerine tüy diken, şimdilerin
deyimiyle centilmenlik dışı hareket Hacettepe taraftarlarını çileden
çıkartmıştı. Maç bitiminde mahalleli futbolcuyu stad dışında beklemeye
başlamıştı. Hacettepeli ünlü kabadayı Karagöz Kemal, soyunma odasına
giderek yaptıklarını tasvip etmese de bu terbiyesiz futbolcuyu
korumasına alarak dışarıya kendisi çıkartmıştı.
Hacettepe istimlaklerinin yoğun olarak yaşandığı yıllarda futbol
takımının önce ikinci lige ve ardından mahalli kümeye kadar düşmesi, bu
travmatik etkiyi arttırmıştı. Farklı yerlerde yaşayan Hacettepeliler
hafta sonları maç sırasında biraraya gelebilirken, takımın ilgisizlikle
giderek düşen başarı grafiği buna da ket vurmuş gözükmekteydi. Takımın
taraftarı olabilecek genç nüfus Hacettepe Üniversiteli öğrencilerden
oluştuğunda, bir mahallenin bütünüyle silindiği belgelenmiştir onlara
göre. Takım, Seksenli yılların ikinci yarısında Keçiören Belediye
Başkanı Melih Gökçek tarafından Hacettepe adını ve ruhunu sürdürmek
niyetiyle alınsa da, adı çok geçmeden Keçiörengücü olarak
değiştirilecek, mahallenin adını taşıyan o ünlü takım tamamen yok
olacaktı.
III
Yaşadığımız dönemde iktidar savaşı mekân üzerinden yapılıyor. İslamî
yaşam adacıkları, Alevi mahalleleri, siteler v.s. gibi. Hacettepeli ise
istimlak, yani mekandan izlerinin silinmesi sürecine karşı koymuyor.
Gereği gibi mücadele etmiyor, mekanını savunmuyor. Örneğin, istimlak
karşılığında bankaya yatırılan paraları mahallelinin çoğu gidip alıyor
ve istimlaki onaylamış oluyor. Hukuki mücadele için biraraya gelmeyi
reddediyorlar. Hükümetten aldıkları cüzi bedelle hemen gidip başlarını
sokacak küçük birer dair alıyor ve Hacettepedeki birkaç katlı, bahçeli,
büyük evlerinin karşılığı olarak bu kutu gibi apartman dairelerine
kanaat ediyorlar. Özellikle istimlakin hızının arttığı günlerde semt
hakkında yayılan kötü söylentiler ve işlenen birkaç cinayet semtle olan
son bağlarını da koparmalarına neden oluyor. En büyük tesellileri ise
Hacettepe Hastanesi projesinin fikir babalarından İhsan Doğramacının
futbol kulübüne sahip çıkacağı ve onu geleceğin Arsenal i yapacağı
yolundaki vaadleri. Oysa kısa zaman sonra bu sözlerin tutulmadığı
görülüyor. Ancak iş işten geçmiş oluyor. Böylece de Hacettepeli mekan
üzerinden yapılan iktidar savaşını kaybetmiş ve hiç mücadele etmeden
maçı karşı takıma vermiş oluyor.
Bugün bir üniversitenin adı
olarak yaşamakla birlikte, kavgaları, kabadayıları ve futbol takımıyla
ünlü asıl Hacettepe toplumsal hafızada yer almamaktadır, Ankaraya
ilişkin tarih araştırmalarında sözü geçmemektedir, genç kuşak için ise
bir hastanenin ve üniversitenin adından ibarettir.